"HER ŞEYİ KENDİMİZDEN BEKLERİZ"

Şu son 10 yıldaki olayların hepsini boşuna yaşadık. Yaşamamamız gerekirdi. Tek bir adam yüzünden, o adam iktidarı bırakmasın diye yaşadık bütün bu badireleri. Geriye bakınca, kabus gibi yıllar görüyorum. Git gide sönen bir ışık. Git gide kaybolan bir neşe, eriyen bir yaşamak hevesi. Şu an içinde olduğumuz için bize normal geliyor, daha doğrusu yavaş yavaş alıştığımız için normalleşmiş oldu bizim için. Oysa bu yaşadığımız şeylerin her biri ayrı ayrı, tencere-tavayı kapıp sokağa fırlamalık olaylar. Biz ise, "Allah kahretsin, lanet olsun bu ülkeye, devriniz bitecek, yazıklar olsun" falan diye tivitler atıp akşam -ruh sağlığımızı kaybetmemek için- maçımızı/dizimizi izlemeye devam ediyoruz.

15 Temmuz’dan itibaren Türkiye “güvenlik” temalı, içi boşaltılmış bir söylemin peşinde sürüklenmeye başladı. “Beka meselesi” gibi afili laflarla hepimizi mecbur bıraktıkları bu yol bizi nereye götürdü? Bunca badireler atlattık. Ne uğruna? Jeopolitik konumumuz gereği veya toplumsal pürüzlerimiz yüzünden bunları yaşamamız mı gerekiyordu? Örneğin klasik çağlarda Avrupa’da yaşanan mezhep savaşları gibi bir şey miydi bunlar? Yahut daha demokratik, daha müreffeh bir ülke olmak için mi bu yollardan geçmek gerekiyordu? Hiçbiri. Sadece bir adam o koltukta oturmaya devam edebilsin diye yaşadık. Günümüzde hükümetler “Özgürlük mü, güvenlik mi?” ikilemindedir ve birini seçerek devam ederler. Aşırı sağ diye bildiğimiz yeni hükümetler özgürlüklerden kısarak güvenliği seçer, sol veya liberal bildiğimiz hükümetler ise özgürlüklerden yanadır. Biz ne yaptık peki? Türkiye neyi seçti? Güvenlik mi özgürlük mü? Ben söyleyeyim, Türkiye’nin tuttuğu yol “ne özgürlük ne güvenlik” yoludur. Artık ne daha demokratiğiz, ne daha müreffehiz, ne daha hürüz, ne daha umutlu ve huzurluyuz, ne de daha güvenliyiz. İyiye gittiğimiz tek bir parametre bile yok. Milyonlarca mülteci, hiçbir sınır kontrolü olmadan yurdumuza girip yerleşti. Sokaklar çetelerle mafyalarla dolu. Yargıya güven yerlerde geziyor, 3-4 yılda bir çıkan aflar yargıya güveni daha da bitirdi. Bari daha zengin, daha mutlu, ya da en azından Macaristan veya Rusya gibi daha güvenli bir ülke olsaydık da, çektiğimiz bunca çile bir şeye değseydi. Aksine, daha karanlık, daha mutsuz, daha çatık kaşlı, daha kaygılı, daha umutsuz bir toplumuz artık.

-Müjdeler olsun efendim!

-Niye?

-Koltuğunuzu kurtardık!

-Hmm..

-Ama bir halkı kaybettik…

-Olsun, olur öyle.

Gerçekten bu son 10 yılda yaşadıklarımızı ne Türk halkı hak etti, ne Türk devleti. 86 milyon vatandaşın içindeki tek bir vatandaş yüzünden, tüm 86 milyonun hayatına pek çok olumsuzluk girdi. Hiç gereği olmayan tartışmalarla, hiç anlamı olmayan uyduruk gündemlerle bir sürü yıl geçirdik. Gereksiz yere birbirimizden nefret eder hale geldik. Kendimize, ailemize ve hatta yurttaşlarımıza daha iyi bir hayat sunmak için kafa yormak varken, yıllarımız şeytan taşlamakla geçti. Belki yabancı dil öğrenecektik, belki Avrupa’yı gezecektik, belki birkaç hobimizi geliştirecektik, belki kendimizi edebiyatın veya sanatın bir dalında ilerlerken bulacaktık, belki ülkemizi dünyaya duyuran bir start up geliştirecektik. Ama olmadı. Sürekli savunma pozisyonunda, sürekli bir şeyleri müdafaa etmek zorunda kalarak, sürekli stres ve öfkeyle geçen seneler bizi yıprattı. Olmak istediğimizden çok çok farklı insanlara dönüştürdü. 10 yıl önceki halimizi hatırlayalım, 10 yıl sonra bugünkü gibi bir insan olmayı mı düşlüyorduk? Var mı alakası? %10’luk bahtiyar kesim haricinde bu soruya evet deneceğini sanmıyorum.

İntihar Edenlerin Hayatı Boşvermişliği

Bu devir bittiğinde geriye bakıp ağlayacağız. Çünkü travma dolu yıllar göreceğiz. Şimdilik kendimizi koyuvermemek için direniyoruz, çünkü şimdi salarsak kendimizi, bu aklımızı kaybetmeye kadar varabilir. Son 10 yılda yaptığımız şey yaşamak değil, yaşadığımıza kendimizi ikna etmeye çalışmak. Yaşamıyoruz, direniyoruz, dayanıyoruz, sabrediyoruz. Bu durumumuz, vücudumuzun doğal bir savunma tepkisidir. Korku, kaygı ve üzüntüyü belli oranda duymak bizi hayatta tutar. İntihar edenlerin hayatı boşvermişliğini bilirsiniz, işte bizde bundan yoktur. Bundan dolayı içimiz öfke dolu bizim, bundan dolayı dertliyiz biz, bundan dolayı gece yastığa başımızı koyunca sıkıntı basıyor içimizi, bayrağı kapıp sokağa çıkışlarımız da bundan dolayı. Koyuvermedik, salmadık, bırakmadık, yıkılmadık.

Faruk Nafiz bir şiirinde “Bir doğmayan güneş gibi cananı beklerim” der; bizim de bir doğmayan güneş gibi beklediğimiz canan kurtuluştur. Tünelin ucunda ışık görünmese de, o ışığın orada olduğuna iman etmiş durumdayız. Yoksa bırakırdık bu işleri, ülkenin diğer yarısı gibi yaşardık.

Bir meşale var içimizde. Pörsüdü, sönmeye yüz tuttu belki, ama hâlâ sönmedi. İşte o meşale söndüğünde intihar edenlerin boşvermişliğine bürüneceğiz. Şu an, her şeye rağmen öyle bir durum yok. Ama lanet olsun ki, o meşaleyi söndürecek sebepler, alevlendirecek sebeplerden çok çok fazla. İşi çetin kılan da bu. Ve kadere bakın, Fuzuli’nin 600 yıl önce kim bilir hangi kişisel dert yüzünden söylediği “Dert çok, hem-dert yok, düşman kavî, tali zebûn” sözü bugün bizim için geçerli: Dert çok, dert ortağı yok, düşman kuvvetli, talih çaresiz. Yüz yıl önce meydanları “Her şeyi kendimizden bekleriz” pankartlarıyla dolduranlar, torunlarının da “her şeyi kendimizden bekleme” çaresizliğine düşeceklerini bilemezlerdi herhalde. Bugün de buradayız. Ne Avrupa bizden yana, ne Trump, ne de zamanın ruhu. Zalimleri caydıracak hiçbir kuvvet yok, bizden başka. 100 yıl önce binbir meşakkatle bu yurdu mamur etmeye uğraşanlar gibi, işte yine her şeyi kendimizden bekliyoruz.

Yazıyı, Ahmed Arif’in Anadolu’ya yazdığı mısralarla bitireyim:

“Gözlerinden,

Gözlerinden öperim,

Bir umudum sende,

Anlıyor musun?”


Yorumlar