Türkler bir meseleyi çözmek için masaya otururlar ama kalktıklarında mesele masada öylece kalır. Kalkıp gidenlerin de yüzü gözü morarmıştır. Bir meselenin mutabakata varılarak çözülmesi nadirattandır. Çoğunlukla uzlaşılamadığı için, sorunların çözümü, tüm gücü kendisinde toplamış otoriter liderlere kalır. Bakınız II. Mahmud veya Atatürk. (Balkan halkları için de Tito örneği var.) Bu liderler bir yerde duruma el atarlar ve yaraya neşteri hiç acımadan vururlar. Bu şekilde gelecek tedavi de elbette uzlaşıyla gelecek tedavi kadar mükemmel olmaz, bazı komplikasyonlara sebep olabilir.
Türk milletinin uzlaşma yeteneğinin bu kadar düşük olmasının tarihsel pek çok sebebi var, konuyu dağıtmayayım ama sadece şunları söylemek lazım: Bu toprakların halkının millet/ulus olma pratiğinin -savaşlar dışında- çok çok zayıf olması başlı başına bir etken. Yüzyıllarca dağlarda, birbirinden alakasız yerlerdeki on binlerce köyde, diğerlerinden habersiz yaşayan bir halkın uzlaşma kabiliyetinin gelişmemesi normaldir. Buna bir de tarih boyunca devletin halka karşı aşırı güçlü olmasını, neredeyse tamamen denetim dışı olmasını ve uzlaşma imkanı yaratacak ortamı bizzat devletin yasaklaması (basın, parlamento vs) da eklenince tablo daha da netleşiyor. Hal böyle olunca, otoriter lider çıkmadıkça Türkiye’nin sorunları kangrene dönüşmeden çözülemiyor. Çoğu zaman kangren olunca bile çözülmüyor (Örn. sokak köpekleri, deprem, gelir adaletsizliği vs.).
“Türkiyelilik” meselesi de bu tür meselelerden biridir. Son birkaç senede bu konu belirsiz aralıklarla hortlar, herkes şarjöründeki mermileri boşaltır, bir taraf diğerini faşistlikle, diğerleri de onları vatansızlıkla suçlar, sonra gündem değişir, yeni bir rezillik veya yeni bir kriz gündeme oturur ve herkes bunu tartışmak üzere dağılır gider. Kimse karşı taraftan bir kişiyi bile ikna edemez. Konu, sonraki tartışmaya kadar rafa kaldırılır.
Benim de bu konuda tuttuğum bir taraf var, fakat bu yazıda, iki taraftan birini doğrulamak, diğerini yanlışlamak gibi amacım olmayacak. Bu yazıda, “milliyetçi refleks” denen olguyu biraz irdeleyeceğim.
“Türkiyeli” kavramı aslında yeni bir kavram değil. Çünkü zaten “Türkiye” yeni bir kavram değil. 12. yüzyıllara kadar giden bu kelimeyi Avrupalılar kullanıyor. Hatta ülkenin isminin bu yabancı menşeli “Türkiye” yerine “Türkeli” veya “Türkili” gibi Türkçe isimler olması gerektiği de tartışılıyor, cumhuriyet kurulurken. “Türkiyeli” de, yine cumhuriyetin kuruluş aşamasında, bu coğrafyada yaşayan halka ne ad verileceği tartışılırken önerilen isimlerden biri.
Aslında yanlış bir tarafı yok, biz coğrafi olarak Türkiyeliyiz. Fakat ulusun inşası sürecinde tercih “Türkiyeli”den değil, “Türk”ten yana olmuş. Bunun da son derece makul sebepleri var. Türkler yüzyıllar boyunca kendilerine adeta Türk demeden yaşamışlar. Anakronizm yapmamaya çalışıyorum ama daha da kötüsü, bir hanedanın ismini millet adının yerine ikame etmişler. Dünyada buna başka bir örnek var mı? Mesela Avrupa’da 900 yıl hüküm sürmüş olan Hasburglar hanedanının merkezi olan Avusturya’da halk kendine “Habsburglular” demiş mi? Ruslar kendilerini “Romanovlular” diye nitelemiş mi? Almanlar kendilerini, Almanya’yı birleştiren ve bir dünya devi yapan hanedanın ismini alıp “Hohenzollernliler” yapmışlar mı? Ulus adı olarak ya etnik (Alman, Rus vs.) ya da coğrafi (Avusturyalılar) bir tercihte bulunmuşlar. 1918’de hâlâ kendine bir hanedanın adıyla seslenen tek ulus Türklerdi muhtemelen. Dolayısıyla bir kere zaten baştan “Osmanlılar” gibi, hadi anakronizm yapıp “yanlış” demeyelim, doku uyuşmazlığı olan, çağdışı bir isim seçilmiş. Temelinden yanlış dikilmiş bir bina. Ve bu Osmanlılığı ise, diğer Osmanlı halkları pek de benimsememiş, onlar kendilerine Ermeni, Rum, Arap, Kürt derken biz Türkler “Osmanlı’yız” veya “Müslümanız” diyerek, etnik kimliğimizi bir kenara fırlatıp bir ailenin veya dinin adını almak konusunda diretmişiz. Hele ki Osmanlı Devleti, girdiği savaşlarla milleti topyekün bir yok oluşa sürükledikten sonra artık “Osmanlılık” hiçbir anlamı kalmayan bir tanıma dönüşmüştür, çünkü ortada Osmanlı diye bir devlet yoktur artık. Sadece kendini değil, halkını da önce ekonomik olarak, sonra da siyasi olarak (işgaller vs.) batırmıştır.
Anakronizm yapmak pahasına şunları söylemek zorunda hissediyorum: Tarihin en başında kendimize “Türkler” diyerek yol almamız çok olası değildi, ama belki “Türkiyeli” veya ona benzer coğrafi temelli başka bir ad (Türkelili veya başka bir şey) takmış olsaydık, devlet yıkılsa bile ismimiz bugün hâlâ devam edebilirdi. Örneğin “Türkiyeli” demiş olsaydık, aynı Avusturyalılar gibi biz de batışımızdan sonra kendimize Türkiyeli demeyi sürdürürdük. Muhtemelen yeni bir ulus adına ihtiyacımız olmazdı. Devletin adında Türk kelimesi geçtiği için de etnik kimliğimiz bu kadar zayıflamış olmazdı. Bugün de her 3-5 ayda bir “Türk mü, Türkiyelili mi” tartışması hortlamazdı. “İkinci cumhuriyetçi” denen bir kısım solcu, liberal veya İslamcılar zaman zaman cumhuriyeti “temelinden yanlış dikilmiş bina” diye itham ederler. Bu yukarıdaki gerçekler ışığında “temelinden yanlış dikilmiş bina” tanımı cumhuriyete mi uyuyor yoksa ondan önceki devlete mi?
Cumhuriyetin yaşadığı sorunların hemen hemen hepsi, Osmanlı’dan tevarüs eden sorunlardır. Örneğin A partisi iktidarı her şeyi kötü yaptıktan sonra, iktidara gelen B partisini bu sorunlar yüzünden doğrudan suçlamak nasıl anlamsızsa, cumhuriyetin çözemediği sorunlar için doğrudan cumhuriyeti suçlamak da böyledir. Cumhuriyet mükemmel olmadı elbette, ancak bir suçlama yapılacaksa bu sadece “neden çözemediniz?” tonunda yapılabilir. Çünkü sorunların yaratıcısı cumhuriyet değil. Osmanlı devri, toplumsal sorunlarımızın (örn. etnik meseleler, ekonomi, gelir adaleti, eğitim vs.) üstüne asırlarca oturmuş, bunları ne kendi çözebilmiş ne de çözmeye çalışana müsaade etmiş. Haliyle cumhuriyet, asırlar önce çözülmesi gereken meselelerin hepsini çözmek zorunda kalmış. Çok kısıtlı bir kadroyla bu inkılapları gerçekleştiren iradenin elbette her şeyi mükemmelen çözmesini beklemek insafsızlık olur. Bu ulus ismi konusu da bu meselelerden biridir. Bu mesele Osmanlı zamanında çözülmüş olsaydı, bu kadar tartışmaya gerek kalmazdı.
Milliyetçi
Refleks
“Türkiyeli” ifadesinin bana göre çok makul bir tarafı yoktur. Bu savaşı kazanabileceğini hiç zannetmiyorum. Ben “Türkiyeli” diyeni vatansız veya yozlaşmış diye nitelemesem de, bu ifadeyi kullanmam. Rus’a Rus deyip, Alman edebiyatına “Alman edebiyatı” deyip, İngiliz filmlerine “İngiliz filmleri” deyip, Türk’e gelince “Türkçe edebiyat, Türkiyeli, Türkiye solu, Türkiye sineması” demenin savunulacak bir tarafı yoktur. Bu kişilerden hiçbir zaman “Rusya Edebiyatı, Fransalı yazar, Almanyalı müzisyen” gibi ifadeler duymayız. Çünkü kültürsüz kişilerin bile kulağını tırmalar bu garip ifadeler. Ama bize “Türkçe edebiyat, Türkiyeli yazar” gibi ifadeleri normal göstermeye çalışırlar.
Kavramın bu kadar itici olmasının bir sebebi de, “ikinci cumhuriyetçiler” diye bilinen, benim “AKP liberalleri” dediğim grup tarafından üst kimlik olarak “Türk’ün” yerine önerilmiş ve sahiplenilmiş olmasıdır. Erdoğan “Milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık” dediği yıllarda “Ben bir Türkiyeliyim, bundan da rahatsız değilim, açıkça söyleyeyim.” de demiştir. Kavramın azıcık bir kabullenilme ihtimali varsıysa da, kimler tarafından önerilip benimsendiğine bakınca o ihtimal de anında yok oluyor.
Türklük-Kürtlük meselesini ben Anayasa 66’ya göre ele almak gerektiğini düşünüyorum. Bu 66. madde der ki:
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”
Yani anayasal, hukuki bir kavram olarak Türklükten bahsedilir burada. Benim kullandığım da Anayasal Türklüktür. Bu ülke Türkiye’dir, devlet Türk devletidir, halkı da Türk olmalıdır. Fransa’da doğan ve vatandaş olan Cezayirli bir Arap nasıl Fransız ise, Türkiye’de doğan bir Kürt de öyle Türk’tür. Ancak Fransa’da doğan Arap’ın Araplığı nasıl inkar edilemezse, Türkiye’de doğan Kürt’ün de Kürtlüğü inkar edilemez.
Milliyetçilerle ayrıştığımız nokta, onların Türklüğü bir etnik kavram olarak ele almalarıdır. Bu durumda Kürtlerin Kürtlüğü de inkar edilmiş oluyor. Oysa bunun kabul edilecek bir tarafı olamaz. Kürtler anayasal olarak Türk vatandaşı olsa da, etnik olarak Kürt’tür, resmi dilleri Türkçe olsa da anadilleri Kürtçedir, bunlar inkar edilebilecek şeyler değildir. Zaten bunlar inkar edilmemiş olsaydı, Kürtler de üst kimlik olarak Türklüğü kabul etme konusunda bu kadar gönülsüz olmazlardı.
Meselenin arkaplanını irdeledikten sonra günümüze gelelim. “Milliyetçi refleks” denen bir olgu var. Bu refleks özellikle Soğuk Savaş döneminden itibaren belli başlı kavramları duyduğu zaman ortaya çıkar. İlk zamanlarda komünizm veya Sovyetler Birliği’ni duyunca şahlanan bu refleks, bu kavramlar tarihe karıştıktan sonra Kürtler, Kürtçe ve PKK gibi ifadeleri listesine ekledi. Günümüzde bu listeye “Türkiyelilik” kavramı da girdi.
Bazı ortak noktalarda buluşabildiğimiz için milliyetçileri, bana veya benim gibi düşünenlere saldırmadıkları müddetçe dost olarak görürüm. Demokratik duruşumun icabı olarak da, yukarıda saydığım çeşitli konularda refleks göstermelerine de saygı duyarım. “Hayır, öyle yapamazlar!” falan demem. Her ideolojinin hassasiyetleri olur. Zaten eleştirim “Türkiyeli” kelimesine karşı bu kadar tepkili olmalarına değildir. Benim milliyetçilere genel bir eleştirim vardır.
Milliyetçilik, mensupları kabul etmese de, Soğuk Savaş döneminden beri reaksiyoner bir formdadır. Aksiyonerliğe geçememiştir. Bundan dolayı aynı zamanda sloganik düzeyde kalmıştır. Hep öfkeli bir hali, çatık kaşlı bir görünümü vardır, sürekli birilerine parmak sallar. Sembolik şeylere sarılır, Türk kelimesi, bayrak gibi. Ben daha nitelikli, sürekli yıkmaya odaklanmayan, yapmaya da odaklanan, daha kapsayıcı, demokrat ve özgürlükçü bir milliyetçilikten yanayım. Ne yazık ki Türkiye’de milliyetçiliğin bu formu henüz yeni yeni çıkıyor. Bizden geçti, ancak sonraki kuşaklar bu noktaya gelecektir.
Milliyetçilerin “Türkiyeli” kelimesini duyunca hoplamalarından değil, sadece bu tür sembolik veya yıllanmış meselelerde hoplamalarından rahatsız olurum. Ben milliyetçiliği Türk milletinin diğer sorunlarını da sahiplenirken görmek isterim. Örneğin Türkiye’nin doğası tahrip edilirken, Türk işçisinin hakkı gasp edilirken, Türk çocuğu çok kalitesiz bir eğitim alırken, Türk insanı o kadar vergi ödeyip en kalitesiz sağlık hizmetini alırken de milliyetçilerin hoplamasını isterim. “Onlara da ses çıkarıyoruz” diyeceklerdir ama hayır. Elbette onlara da karşılardır, bu bozuklukları kabul edecek halleri yok. Ancak örneğin bir Türkiyeli meselesi gibi, PKK mevzusu gibi toptan ayaklanıp, sosyal medyayı domine etmezler. Tepkileri bireysel düzeyde ve pasif olur. Kast ettiğim şey bu.
Türk milletinin tek meselesi Türk adı veya PKK gibi konular değil.
Ortaya ağır bir soru bırakayım:
Türk olmanın şu anda bir “marka değeri” kaldı mı?
Yani gelişmiş milletlerden Türk vatandaşlığına geçmeyi, Türk pasaportu almayı, Türkiye’ye yerleşmeyi hayal edeni var mı? Ortadoğu’nun geri kalmış halklarından başka TÜRK pasaportu isteyen yok. Eğitim kalitesi yerlerde sürünüyor, TÜRK çocukları devletlerinin kuruluş tarihlerini bile öğrenemiyor, neredeyse 10 yıl İngilizce dersi alıp “What is your name? My name is Ahmet.” seviyesinden yukarı çıkamıyor. TÜRK çocuğu hamur, patates ve işlenmiş “etimsi”lerle besleniyor, doğru düzgün protein yüzü görmeden yetişiyor ve boy uzaması 1.65’te duruyor. Üniversiteli TÜRK genci, bulursa tavuk döner, bulamazsa makarnayla, erişteyle veya makine yağıyla yapılmış reflü garantili poğaçalarla besleniyor. Tarım ürünlerimizin pestisitsiz olanları Avrupa’ya gidiyor, pestisitli olanlarını TÜRKler yiyor. Global gıda markalarının çikolata, bisküvi gibi ürünleri Avrupa’da daha sütlü ve daha az şekerli üretilirken, aynı ürünün Türkiye’deki versiyonu daha şekerli ve yağlı üretiliyor. Baştan sona fay hatlarının üstünde oturan TÜRK milletinin evleri dayanıksız, üç-dört yıllık binalar depremde yıkılıyor, en ufak bir sallantıda bile herkes o beklenen büyük depremi hatırlayıp panik atak geçiriyor. TÜRKler yiyip içtiklerine Avrupalılardan hem daha fazla para ödüyor, hem de daha kalitesizini yiyor. TÜRK vatandaşlığı 400 bin dolara Arap’lara ve Rus’lara satılıyor. TÜRK kadını toplumsal baskılardan hâlâ kurtulamamış, kendi kimliğini bulamamış durumda. TÜRK yurdunun ormanları ve dağları, alelacele kamulaştırılarak veya sit alanından çıkarılarak yabancılara satılıyor. TÜRK ülkesinin havasının kirliliği korkunç boyuta ulaşmış. TÜRK mimarisi diye bir şey kalmamış, hepsi birbirinin kopyası olan şehirlerimiz çirkinlikte birbirleriyle yarışıyor. Genç TÜRK girişimcisi gönül rahatlığıyla bir iş geliştiremiyor, çünkü TÜRK ekonomisi sömürgenlere çalışıyor ve bir hafta sonra bile ne olacağını kimse kestiremiyor. Avrupa kapılarında TÜRK vatandaşına potansiyel suçlu veya mülteci muamelesi yapılıp vize verilmiyor. TÜRK ülkesi artık Avrupa değil, geri kalmış Ortadoğu ülkeleri arasında sayılıyor.
Tablo böyleyken, Türk’e ha Türk demişiz ha Türkiyeli, bir önemi var mı sevgili arkadaşlar? Bırakın Türk’ü, kendimize “Türk Oğlu Türk” bile desek ne değişecek? Türkiyeli lafına hopladığınız kadar Türk halkının fakirleştirilmesine, cahilleştirilmesine, yobazlaştırılmasına, Türk vatandaşlığının değerinin, Türk insanının yaşam standartlarının haydutça düşürülmesine neden hoplamazsınız? Tamam Türkiyeli demeyelim, Türk diyelim, ama yukarıda saydıklarımın tek bir tanesi bile “Türkiyeli” lafından çok daha ağır şeylerdir.
Yorumlar
Yorum Gönder