AKILDIŞILIĞIN DORUKLARINDA: GERÇEK GÜNDEMDEN KOPUK OLMANIN AĞIR BEDELİ

Türkiye’de gerçek gündemle yapay gündemler arasındaki makasın ne kadar çok açıldığını herkes biliyor. Eski dönemlerde iktidarların bu yapay gündemlerle halkı oyalama güçleri kısıtlıydı. Bunlar televizyondaki eğlence programları, diziler falan olurdu; bir de tv ve gazetelerdeki yapay tartışmalar. Ama sonra internet ve sosyal medya hayatımızın merkezine yerleşince bambaşka bir durum oluştu. Bu yüzden özellikle sosyal medyanın çıkışı, yeni bir devrin başlangıcı anlamına gelir.

AKP iktidarı üçüncü genel seçimini de kazandıktan sonra (2011) sosyal medyaya büyük ağırlık verdi. Burada tek parti dönemi üzerinden CHP’yi vurmak için inanılmaz bir çaba sarf edilmeye başlandı. Anahtar ifade “Kemalizmle hesaplaşmak”tı. Hala devam eden bu propagandanın tesiri öyle büyük ki, bugün AKP seçmeni, 2002’den önce Türkiye’de neredeyse her şeyin kötü olduğuna, bütün kötülüklerin anasının CHP olduğuna, her taşın altından CHP’nin çıktığına bile inanır durumdadır. 2002’den önceki iktidarların tüm hata ve kusurları CHP’ye yüklenir. Gerçeklerle uzaktan yakından alakası olmayan bu tarih okuması inanılmaz bir faciadır fakat gelgelelim Anadolu sathında alıcısı çoktur. Sokak röportajlarında hâlâ “CHP gelirse karılarımız herkesle ortak olacak” gibi deli zırvası laflara inanan insanlara rastlıyoruz.

Türkiye demokrasi yoluna girdiği 1950’den bu yana, bölük pörçük birkaç yıllık sosyal demokrat iktidar dışında (ki o da CHP, SHP ve DSP’nin sağ partilerle yaptıkları koalisyonlardan ibarettir)tamamen sağcı partilerin tahakkümünde 70 küsur yıl geçirmiştir. Bu sağ partiler, dini ve milliyetçi söylemlere yaslanmış ve halkı sürekli kimlik temelli kaygılar aracılığıyla yönetmiş, adeta elinden kaçmasına izin vermemiştir. 1950’lerden 1980’e hatta 90’lara kadar paranoyak bir antikomünizm tavrı, sağ partilerin bir numaralı dayanağı olmuş, “Onlar gelirse ülke perişan olur” gibi korku sözlerindeki “onlar” bu süreçte her zaman “komünist”ler olmuştur. Tabii ki bu komünistin içine, sağ siyaseti benimsemeyen herkes dahildir, komünizm karşıtı bir “Demokratik Solcu” olan Ecevit ve partisi CHP de.

Sağ iktidarlar halkı her zaman böyle korkularla tehdit ettiler. Ancak bugünkü gibi akılla-mantıkla alakayı kökten kesmiş bir anlayış, sanıyorum ki hiçbir devirde olmamıştır. Türkiye eskiden az nüfuslu olduğu için sorunları da nispeten küçüktü. Ancak bugün 86 milyonluk bir nüfus var ve bu nüfusun gerçek sorunlarının çözümü, hemen yarın sabahtan itibaren başlasak bile yıllarca sürecektir.

Bu yazıyı yazma fikri, bir sabah koşusu için çıktığım sırada hava kirliliğini fark etmemle oluştu. O sabah dikkatle bakınca fark ettim ki, dağları göremiyorum. Hava güneşli, dağlar var ama görünmüyor. Çünkü havada iğrenç bir pus var. Çıplak gözle bile görülecek bir hava kirliliği. Bunun üzerine düşünerek, gerçek gündemlerimizden bu kadar kopuk olmamızın toplum olarak bizi ne derece mahvedebileceğini anlamaya çalıştım. Vücudum sporla yorulurken kafam da bu sorunlarla yoruldu.

Bu ülkenin gerçek sorunlarını çözmeye ne zaman başlayacağız?

Türk milleti bugün akıldışılığın zirvesini yaşamaktadır. Gerçekliklerden bu kadar kopuk olduğumuz başka bir devir gelmemiştir. Kimlik kavgaları ve kültür savaşları, iktidarın sürekli harlamasıyla son sürat sürerken, gerçek sorunlar çözülmek bir yana git gide büyüyor. Bunu, yanan bir eve benzetebiliriz: Ev yanıyor, ama herkes buna odaklanıp yangını söndürmek yerine “Sen bana geçmişte şunu demiştin, sen bana şöyle yapmıştın, sen neden öyle giyindin” diye birbirleriyle kavga ediyor. Bu aile ne kadar makulse, biz de millet olarak o kadar makulüz. 

Hava kirliliği birinci sorunumuzdur. Özellikle gelişmiş kentlerde bu büyük bir sorun. “Temiz Hava Hakkı” Platformu, Türkiye’de 2022’de 68 bin kişinin hava kirliliği yüzünden öldüğünü, 2023’te ise nüfusun %92’sinin DSÖ standartlarına göre kirli hava soluduğunu söylüyor. Ancak enerji santrallerinden muzdarip birkaç köy ve kasaba halkı dışında hiç kimsenin gündeminde hava kirliliği yoktur.

Gıda güvenliği büyük bir tehlikedir. Çalışan kesimin yarısına yakını (2023 rakamına göre %43) asgari ücretle çalıştığı ve halkın genel olarak alım gücü düştüğü için ucuzluk marketlerine olan talep gittikçe artıyor. Bu marketler ucuza satabilmek için, çoğu temel ihtiyaç ürününü en kalitesiz şekilde ürettirerek satıyor. Denetle, Gıda Dedektifi, Şikayetvar gibi platformlarda, bu marketlerden alınan ürünler hakkındaki şikayetler her gün artarak devam ediyor. İçinden tüy çıkan tavuklar, küflenmiş etler, son kullanma tarihi değiştirilmiş süt ürünleri, su gibi olan sütler, içinden böcek çıkan meyve suları, soğuk zinciri boşverip kasada-masada satılan et-süt ürünleri… Gider de gider. Bunlar sadece bariz tehlikelerdir, en azından ne olduğunu gördüğünüz için o ürünü almayabilirsiniz. Fakat görünürde bir kusur olmadığı için yediğiniz diğer ürünler güvenli midir? Örneğin marketlerde satılan tereyağlarının gerçekten tereyağı olduğuna 100 kişiden kaçı inanır? En kaliteli bilinen markaların ürünleri de dahil. Yoğurtların, sütlerin, peynirlerin, etlerin, zeytinyağlarının, gerçekten yoğurt, süt, peynir, et ve zeytinyağı olduğuna kaç kişi inanır? Bile bile yemiyor muyuz bunları? İçinde ne olduğunu bilmediğimiz sucukları, hangi hayvandan yapıldığını bilmediğimiz sosisleri, palm yağıyla yapılan abur cuburları, boyayla siyahlaştırılan zeytinleri? Uluslararası kaliteli markalara bile güvenemiyoruz. Çünkü bu dışarıda kaliteli olmalarıyla bilinen dev markalar, Türkiye’deki prosedürlerin gevşekliğinden faydalanarak aynı ürünü burada çok daha kalitesiz olarak üretip satıyor. Örneğin bu markanın İngiltere’deki bir çikolatasındaki süt oranı %25 iken, Türkiye’de %4 olabiliyor. Ya da Almanya’da %15 şeker içeren bir çikolata, Türkiye’deki versiyonunda %40 şeker içerebiliyor. Bunlar kimin umrunda? Herkes biliyor ama kimse değiştirmek için bir şey yapmıyor; işte akıldışılığın zirvesi diye bu yüzden diyorum.

Eğitim sistemimizin sorunları bambaşka bir dosya. Yaklaşık 10 yıl İngilizce öğrenip, “What is your name?” seviyesinden iki adım yukarı çıkamayan, okuduğunu bile zar zor anlayan, hangi dersi ne için öğrendiğin bilmeyen, herkes okuyor diye zorla okullara doldurulan, öğretmeniyle derste alay eden, hatta öğretmenini döven, saldıran, üniversiteye neden gittiğini bilmeyen, hangi bölümü seçeceğine kişisel ilgi ve yeteneklerine göre değil, çevreden gelen yorumlara göre karar veren bir öğrenci profili var karşımızda. Bu öğrenci profili, doğru düzgün beş tane kitap okumadan liseden mezun ediliyor. Bu geçen dört yılda, soru bankalarıyla, günde bin soru çözme hedefleriyle tamamen erimiş, aptallaşmış bir beyinle mezun ediliyor.

Ya deprem? Neredeyse tamamı deprem bölgesi olan bir ülkede hiç kimsenin depremi konuşmaması, akıldışılığın zirvesinde oluşuma tek başına delil değil mi? Üstelik bizim evlerimiz çürüktür, üstelik son 25 yılda iki büyük felaket yaşadık. Üç yıllık evler bile yıkıldı. Yakın zamanda olması beklenen İstanbul depremiyle ülkenin bağımsızlığının bile tehlikeye gireceği konuşuluyor. Merkezi idare neyle uğraşıyor peki? Geçmişi unutalım, 6 Şubat 2023’ten beri atılan radikal bir adım var mı? Kim konuşuyor depremi?

Yoksulluk bütün sorunları etkileyen bir çatı sorundur. Kendini; gelir adaletsizliği, prekaryalık, yolsuzluk, kamu kaynaklarının israfı ve yüksek enflasyon olarak gösterir. 2018’den beri krizde olan ve düzelmek yerine daha da kötüye giden bir ülkeyiz. Bir numaralı sebebi ise bu iktidardır. Bütün bu sorunların yaratıcısı olan iktidardan bu sorunları çözmesini beklemek de akıldışılığın başka bir yansımasıdır.

Her biri toplumumuzu içten içe çürüten, huzurumuzu dibine kadar tüketen, yaşamak hevesimi öldüren bu sorunlar yokmuş gibi yapıyoruz. Rejimin ağzımıza verdiği sakızlarla her gün başka bir gündemin peşinden sürükleniyoruz. Hepsi birbirinden anlamsız, birbirinden gereksiz, birbirinden önemsiz binlerce yapay ve aptalca gündem. Depremi, açlığı, yolsuzluğu, birilerinin sürekli zengin olurken birilerinin sürekli fakirleşmesini konuşmayan halk; seccadeye basılmasını, “aday İmamoğlu mu Yavaş mı olmalı”yı, voleybolcu kızların şortlarını, CHP içindeki tartışmaları, tek parti dönemini, 28 Şubat’ta başörtülü bacılarımıza yapılan haksızlıkları haftalarca tartışıyor.

Bir yandan yaşam savaşı verirken, diğer yandan rejimin ayakta kalabilmek için sürdürmek zorunda olduğu kültür savaşına argüman yetiştirmeye devam ediyoruz. İktidarını sürdürebilmek için kutuplaşma düğmesinden elini çekmeyen rejim, önümüze hangi tartışmayı koyarsa onunla günlerimizi heba ediyoruz. Sonra morarmış gözlerimizle, uykusuz bedenimizle, müzmin yılgınlığımızla boş duvara bakıyoruz, bu halka lanetler ediyoruz; ve sonra bir bakıyoruz ki, kendimizi bu kadar harcadık ama koskoca bir hiç için. Çünkü tartıştığımız konularda bir milim bile ilerlemediğimiz gibi; esas sorunlarımızın hepsi de çözülmemiş olarak orada öylece durmaya devam ediyor. Onları görmezden geldikçe küçülecek değiller çünkü. Peki kimin istediği oluyor? Rejimin elbette. Halkı ikiye bölüp birbirleriyle boğuşturuyor; böylece muhalifler olarak esas düşmanı ortadan kaldırmak için kullanacağımız enerjiyi rejimin kitlesiyle mücadele ederek harcıyoruz. Böylece ya artık pes edip köşemize çekiliyoruz, ya iyice toksikleşmiş, nefret dolu yılgın bireylere dönüşüyoruz, ya da bizi kabul edecek iyi bir ülke arıyoruz.

Yorumlar