AŞIRI SAĞIN ALTIN ÇAĞINDA BİR AŞIRI SAĞ HİKAYESİ: THE ORDER (2024)

 Amerika’nın utanç tarihinde hayli dolgun bir yer işgal eden ırkçı Ku Klax Klan gibi örgütlere yakın zamanlarda çekilen “Oh Brother Where Are Thou?” (2001) ve “BlackkKlansman” (2018) gibi filmlerde rastlamıştık. Bu örgütler kabaca, siyahlara ve Yahudilere karşı beyazların üstünlüğünü savunur. The Order, aşırı sağın yeniden moda olduğu şu günlerde, Ku Klux Klan gibi ırkçı bir örgüt olan Order’a mercek tutuyor…

Yaşadığım şehrin belediyesi, yıllardır Başka Sinema seçkisinden filmleri halka uygun fiyatlı olarak izleme imkanı sunuyor. Sanırım Başka Sinema filmlerini bu şekilde gösteren tek belediye burası. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü bilindiği üzere bu filmler çok az salonda gösterilir, hatta çoğu şehirde gösterime girecek salon bile bulamaz. Hal böyleyken, bu filmlerin belediye salonunda çok uygun fiyata gösterilmesine rağmen ben çoğu filmi salonda 3-4 kişiyle izlerim, bazen tek başına izlediğim de olur. The Order’ı da -haftasonu olmasına rağmen- tek başına izledim. Topluma dair yüz yıllık eleştirilere hiç bulaşmadan, sıradan bir sinemasever olarak bu salonların en azından yarısının dolu olacağı günleri hararetle beklediğimi belirtip filme geçeyim.

Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel henüz Türkiye’de Assassin’s Creed filmiyle biliniyor. Ben de 2 filminden fazlasını izlemedim doğrusu. Filmografisini incelendiğinde gerçek suç hikayelerinden yola çıkan filmler çektiğini görürüz. Bu konuda 4 filmi var. 1990’larda Avustralya’da gerçekleşen seri cinayetleri anlatan Snowtown (2011), 19. yüzyılda Avustralya’da bir çete lideri olan Ned Kelly’yi anlatan True History of the Kelly Gang (2019), yine 1996’da Avustralya’da gerçekleşen Port Arthur katliamının öyküsünü anlatan (ve bir ara Netflix kütüphanesinde bulunan) Nitram (2021) ve 1983-1984’te ABD’de birçok terör eylemi gerçekleştirmiş Neo-Nazi örgütü Order’ı anlatan son filmi The Order (2024). Bu suç filmlerinin ortak özelliği, küçük çaplı suç hikayeleri değil, toplumda infial uyandıracak büyük terör eylemlerini konu alıyor olması.

The Order’a gelecek olursak; film Amerikan taşrasında, 1980’lerde gerçekleşen terör eylemlerini konu ediniyor. Kasabada art arda gerçekleşen, pornografik film salonunun ve sinagogun bombalanması, banka soygunları gibi terör eylemlerinin izini süren yalnız ve orta yaşlı ajan Terry Husk’ın, bu eylemleri bir örgütün tertiplediğini anlamasıyla olaylar gelişiyor. Bu örgüt, 1865’te kurulan ve 20. yüzyılın sonlarına kadar varolan ırkçı “Ku Klux Klan” örgütünün izinden giden ve yine 1970’lerde aktif olan “Aryan Nations” örgütünden ilham alan başka bir ırkçı örgüttür. Bu üç örgütün de varoluş sebebi, siyahlara ve Yahudilere karşı beyazların üstünlüğünü savunmak ve beyaz üstünlükçü bir devlet kurmaktır. Order, bu amaçla Robert Jay Matthews tarafından 1983’te Washington’da kuruldu. Hükümeti devirmek amacıyla finansman sağlamak için Matthews’un önderliğinde banka soygunlarıyla öne çıkan bu örgütün hikayesini filmden takip edebiliyoruz.  

 Filmin sinematografisi gayet iyi. Amerikan taşrasında geçen, dağların ovaların nehirlerin bolca yer aldığı sakin bir film. Bu yönüyle No Country For Old Men’in atmosferine benziyor. Hollywood’un ajan karakterlerinin klişeleşmiş bazı tavırlarını saymazsak oyunculuklar da gayet iyi. Özellikle Jude Law’un filmde yer alması, kesinlikle filmin değerini artırmış. Sinematografinin ve oyunculukların iyi olması dışında film herhangi bir yönden öne çıkmıyor. Bazı IMDB yorumlarında da değinildiği gibi, gereksiz uzatılmış, konuyla ilgili olmayanları kendisine çekemeyen, hatta onlara sıkıcı bile gelebilecek türde bir film. Yaklaşık 2 saatlik süre boyunca aralara serpiştirilen birkaç çatışma sahnesi filmin sıkıcılığını gideren tek şey denilebilir. Jude Law’ın (ve bıyığının) karizmatik varlığı da filmi yukarıya taşımış.

Filmi değerli kılan iki şey var: Birincisi, tarihsel bir suç hikayesi olması. Diğeri de, aşırı sağın geçmişinden bir kesiti hatırlatması. Tarihsel suç dramaları her zaman caziptir. Çünkü hem bir suç hikayesi, hem de eski dönemlerden bir kesit izlersiniz. Ayrıca eski devirlerde teknoloji bu kadar gelişmediği, sözgelimi güvenlik kamerası, gps, telefon, internet gibi teknolojiler yaygın olmadığı için suçluların yakalanması (yani filmin çözüm bölümüne ulaşması) daha zordur, bu da daha fazla heyecan katar hikayeye. Öte yandan, artık sağır sultanın bile duyduğu üzere, günümüzde aşırı sağ yükselişini izliyoruz. Trump’ın da seçilmesiyle aşırı sağ yeni altın çağına giriş yaptı bile diyebiliriz. Siyasi iklim değişti, eski paradigmalar sarsılıyor. Filmin elbette bu konuyla hiç ilgisi yok. Ancak filmi aşırı sağın karanlık geçmişine tutulan bir mercek olduğunu bilerek izleyince, geçip giden 2 saatiniz biraz daha anlamlı bir şey için harcanmış olur. The Order, bir aşırı sağcı örgütün kafasının nasıl çalıştığını görmek isteyenler için ideal bir örnek diyebilirim. Şayet yukarıda saydığım iki özelliği olmasaydı, filmi Jude Law’un bıyıkları da kurtaramazdı.

Son olarak şunu eklemeliyim:

Ne zaman batıdaki aşırı sağdan görünümler izlesem, bizdeki aşırı sağ ile batıdakini karşılaştırırım. Ve aşırı sağın, bizde var olsa bile, batıdaki gibi silahlı, paramiliter örgütler şeklinde ortaya çıkmadığını, hatta batıdakine kıyasla çok “light” bir tonda olduğunu görürüm. Nitekim filmde anlatıldığı üzere, Order’da da diğer çoğu batılı aşırı sağcı örgüt gibi, silahlı (ve ölümlü) eylemler yapılır, siyahilere ve Yahudilere amansız bir nefret beslenir, hatta anayasal düzenin yıkılması hedeflenir. Her ülkede olduğu gibi bizde de ırkçılar var. Ancak batıdaki örnekleri kadar organize ve bilinçli bir ırkçılığın bu topraklarda yerleşememesi, bizim için küçük çaplı bir teselli olabilir mi? Bir züğürt tesellisi? 

Puanım: 6/10.

 

Yorumlar