Türkiye ile Güney Amerika pek çok yönden birbirine benzer. Coğrafi olarak hiç alakasız gibi görünür ama tarih bu iki coğrafyayı birbirine benzetmiştir. İki coğrafya da emperyalizmden çok çekmiştir. İki coğrafya da adeta darbeler cennetidir. İki coğrafyada da ekonomi bir istikrara kavuşamamış, sosyal adalet, gelir adaleti sağlanamamıştır, yolsuzluk ve enflasyon bir kabus gibi yaşama devam etmektedir. İki coğrafyada da ABD’nin politikaları doğrultusunda kutuplaşma, sağcı-solcu diye bölünme söz konusudur. Türkiye gibi, örneğin Arjantin ve Şili’de de Soğuk Savaş döneminde paranoyakça bir antikomünizm hüküm sürmüştür. Bütün bu yazdıklarım konusunda Güney Amerika Türkiye’den çok daha fazlasını çekmiştir ama Türkiye de aynı dertlerin dertlisi, aynı acıların mağdurudur.
| Argentina 1985 |
3 filmi işleyeceğim. Bunlar “Argentina 1985” (2022), “La Historia Oficial” (1985) ve "Garage Olimpo" (1999)’dur. Üçü de Arjantin’in cunta yıllarını anlatır.
Arjantin’deki cunta dönemi yakın tarihin en korkunç cunta dönemlerinden biridir. Ülkede daha önce de darbeler olmuştur ancak 1976’da General Videla’nın darbesiyle başlayıp 1983’e kadar süren cunta devri, birbirinden korkunç olaylara sahne olmuştur. Muhalifleri, bilhassa solcuları susturmaya yönelik bir darbe sürecidir bu. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi. 30 bin civarı muhalifin kaçırıldığı, kaybedildiği ve öldürüldüğü tahmin edilir. Öldürülenlerin bir kısmı “ölüm uçuşları” diye bilinen yöntemle, yani bayıltılıp uçaktan okyanusa veya dağlara atılmak suretiyle infaz edilmiştir. “Plaza de Mayo Anneleri” diye bilinen grup, 1977’den beri, kaçırılıp kaybedilen yakınlarını aramak için mücadele eder. (Bu anneler, bizdeki Cumartesi Anneleri’nin öncülüdür.) Hapishanelere doldurulup sonra yok edilen bu insanlar, çoğunlukla okumuş kesimden gelir. Bir kısmı öğretmen, bir kısmı öğrenci, bir kısmı akademisyen, yazardır. Cuntaya göre “kökü dışarıda fikirler”e sahiptirler.
Arjantin’de cunta, ekonomiyi batırdıktan sonra, içeride meşruiyetini yeniden diriltmek için 1982’de, Arjantin’in karşısında yer almasına rağmen İngiliz işgalinde olan Falkland Adaları’nı ele geçirmeye çalışır. Fakat kısa sürede Thatcher Britanyası tarafından yenilgiye uğratılır. Bu yenilgi cuntanın içerideki meşruiyetini tamamen bitirince, cunta mecburen demokrasiye geçme yoluna gider. Cuntacıların bir kısmı sonraki yıllarda yargılanır, mahkum olur. Ancak esaslı bir hesaplaşma ne yazık ki gerçekleşemez.
“Bugün O Yılmayanlar
Sayesinde Adalet Talep Ediyorum”
Santiago Mitre’nin 2022 tarihli filmi Argentina 1985, cuntanın 1985’teki yargılanma sürecini anlatır. Belgesel tadında bir tarihi dramadır. Bu yargılama sürecinin üzerine kararlılıkla giden dönemin savcısı Julio Cesar Strassera’yı merkeze alan filmde, Strassera’yı Ricardo Darin canlandırıyor. Kendisini izlemeyi seven biri olarak, Darin’in bütün filmi sırtladığını söyleyebilirim. Film alışılageldik cunta filmleri gibi, o dönemin korkunçluğunu göze sokmaz. Bu da normaldir, o tür filmler zaten çokça çekildi, 2022 yılında çekilen bir filmin, o yargılanma sürecini işlemesi daha iyi bir tercih. Öte yandan adaletin hâlâ sağlanamadığını hesaba katarsak, Arjantin halkının bu kanayan yarayı unutmaması açısından da bu film, bilmeyenlere öğretme, unutanlara hatırlatma işlevi görüyor. Bu sebepten, ülkenin en meşhur birkaç oyuncusundan biri olan Ricardo Darin’in başrolde olması filmin bu etkisini güçlendirmiş olmalı.
Benzer durumları yaşayan bir ülkenin vatandaşı olarak filmde dikkatimi çeken şeylere gelirsem…
Darbeciler yargılanırken savcıların, cunta döneminde polisin de çeşitli suçlara karıştığını göz önünde bulundurarak polise mesafeli yaklaşması, aynı sebepten dolayı eski ve yaşlı savcılara da güvenmeyip genç savcıları bu dava için işe alması dikkat çekici bir durum. Türkiye’de devir değiştiğinde aynı durum büyük ihtimalle burada da olacaktır.
Askerler iktidarı devrederken askeri mahkemede yargılanmayı
şart koşmuştur. Ve hepsi de göstermelik bir yargılamadan geçip ceza almadan
kurtulacaklarını sanmıştır. Ancak yeni hükümet onları sivil mahkemede
yargılamış ve halkı tatmin etmese de, en azından cuntanın ileri gelenlerine
müebbet veya uzun hapis cezaları verilmiştir. Mahkemenin başında, Videla,
Massera gibi ileri gelen cuntacılar, savunmaya başlamadan önce aynı cümleyi
söylerler: “Bu mahkemenin meşruiyetini
kabul etmiyorum.”
Cunta döneminde hamileyken kaçırılan ve hapishanenin pis ortamında doğum yapmak zorunda kalan mağdur bir kadının mahkemede söyledikleri, beni bugün Türkiye’de yaşananlar bağlamında etkiledi:
“Beni yıldırmayı
başardılar sayın yargıç. Neyse ki herkesi yıldıramadılar. Onlara karşı duran
akrabalar, anneler, büyükanneler vardı. Bugün onlar sayesinde adalet talep
ediyorum.”
Bu ifadenin son cümlesini tekrar düşünmenizi isterim. “Bugün onlar sayesinde adalet talep ediyorum.” İnsanlık tarihinin en acı gerçeklerinden birini hatırlattı bu bana: İnsanlık için mücadele edenler her zaman azınlıktadır, çoğunluk hiçbir şey olmuyormuş gibi hayatlarına devam eder. Bu azınlık ise, bedeller ödeyerek bazı kazanımlar elde eder. Fakat bu kazanımları sadece o azınlık değil, tüm insanlık kendi malıymış gibi kullanır. Ve ne acı ki, insanların pek çoğu, o hakları elde edene kadar öldürülmek, yerinden/işinden edilmek, ailesinden koparılmak, sakat bırakılmak, hapse atılmak gibi ağır bedeller ödeyen azınlıktakileri hatırlamaz, daha da kötüsü, belki “hain, düşman” olarak bile görür.
Bu yılmayan insanlardan bizim ülkemizde de vardır. “Onların sayesinde” bugün adalet arayabiliyoruz. Şayet eski devirlerde kimse sokaklarda eylem yapmasaydı, kimse hukuksuzlukları, yolsuzlukları dile getirmeseydi, kimse halkı örgütlemeseydi, bugün altımızda, mücadele etmek için bir zemin bile bulamayacaktık.
“Bütün Ülke Mahvoldu,
Sadece O… Çocukları Zengin Oldu”
1985 yapımı “La Historia Oficial” filmi, Arjantin’deki cunta döneminin ardından, serbestiyetin başladığı yıllarda geçer. Lisede tarih öğretmeni olan Alicia, evlatlık edindiği 5 yaşındaki kızının, cunta döneminde ailelerinden kaçırılan ve başka ailelere verilen çocuklardan olduğunu düşünür. Ancak hukukçu ve rejim destekçisi kocası Roberto, bu konuyu kurcalamasını istemez.
Alicia, bizdeki eski tip cumhuriyet öğretmenlerini andırır biçimde, son derece ciddi, işine ehemmiyet veren, bunu yaparken devletin resmi ideolojisine de uyum sağlayan ve savunan biridir. Kocası Roberto, kızları Gaby’nin cunta rejimi tarafından ailelerinden koparılan çocuklardan biri olduğunu eşinden gizlemektedir. Bu çift üst-orta sınıf bir aile olarak huzurlu hayatlarına devam ederken, günün birinde Alicia’nın eski bir arkadaşı gelir ve sohbet sırasında, cunta döneminde işkence gören ve kaçırılan insanlardan bahseder. Surdaki ilk gedik budur: Alicia’nın zihnine şüphe tohumları serpilmiştir. Alicia daha sonra insanların kaçırılan aile fertleri için eylem yaptıklarını görür, gazetelerde okur, Plaza de Mayo’daki binlerce eylemciyi görür. Bu meselenin üstüne gider. Bu sırada Roberto onu bu konudan men etmeye çalışır, konunun üstünü kapatır, konuşturmaz.
Filmde bir aile buluşması var ki bana göre filmin en can alıcı yeridir. Ailece Roberto’nun anne ve babasının evinde buluşurlar. Roberto’nun erkek kardeşi de oradadır. Yemek esnasında bir tartışma çıkar ve bu sayede karakterlerin dünya görüşlerini bir parça görmüş oluruz. Baba, esprili bir dille, Roberto’yu parayı çok sevmekle, kardeşini ise şarabı sevmekle itham eder. Ama kardeşi şarabı sevmesine rağmen hiç sarhoş olmazken, Roberto para sevgisi yüzünden adeta sarhoş olmaktadır. Arkasından babanın, cunta rejimini hiç sevmediğini anlarız. Roberto’ya şöyle der:
"Bütün ülke mahvoldu, sadece orospu çocukları, hırsızlar ve işbirlikçiler zengin oldu."
Roberto ise “Bu saçmalığa inanarak öleceksin değil mi?” diye küçümser babasını.
Kardeşi ise “İnsanlar açlıktan ölürken sen hâlâ nasıl bu kadar ahlaksız laflar edebiliyorsun?” diye araya girer.
İkiye bir kalan Roberto, yaşlı babasına dönerek “Kim açlıktan ölüyormuş? İspanya İç Savaşı bitti ve siz kaybettiniz. Ben kaybetmedim diye suçlu hissetmemi bekliyorsunuz. Hayır, ben kaybedenlerden değilim.” der.
Kardeşi yine araya girer:
“Peki ya diğer savaş? Sen ve senin gibilerin kazandığı savaş? Kim kaybetti biliyor musun kardeşim? Çocuklar. Benim gibi çocuklar. Çalınan paraları biz ödeyeceğiz. Yemeyeceğiz içmeyeceğiz bunun bedelini ödeyeceğiz. Çünkü sen ödemeyeceksin. Neden ödeyesin ki?”
Bu kavga sırasında Alicia, kenarda durmaya ve hiçbir şeye karışmamaya devam eder. Bu onun hayattaki genel davranışıdır: Olaylar en son aşamaya gelene kadar etliye sütlüye karışmamak.
| Ailenin kavga sahnesi |
Bu hikayedeki karakterlerin bizdeki izdüşümünü şöyle verebiliriz: Roberto, AKP rejiminin imkanlarından faydalanan ve böylece zenginleşmiş ve güç kazanmış bir adam; Alicia kocasının gölgesinde “işimdeyim gücümdeyim” diyerek yaşayan, devlete sadık, siyasetle ve olan bitenlerle ilgilenmeyen, etliye sütlüye karışmadığı için belli bir huzur seviyesinde hayatını sürdüren, ama içinde az da olsa vicdan taşıyan, hakikatleri öğrendiğinde bulunduğu konumu terk edebilecek bir kadın; Roberto’nun babası ve kardeşi ise, müzmin muhaliflerdir; böyle bir rejimde yaşamak onlar için katlanılması gereken bir acıdır. Çünkü onlar refahın adil bölüşülmediğinin ve sistemin halkın cebinden çaldığı paraları bir avuç rejim elitine aktardığının farkındadır. Ne boyutta mücadele verdiklerini filmden öğrenemeyiz ama bu rejimi asla tasvip etmedikleri açıktır.
Bu karakterlerin hepsi Türkiye’de de var. Hem de bolca. Zaten bu, insanlığın ortak hikayesi değil mi? Nerede yozlaşmış bir rejim görsek, içinde mutlaka böyle tipler bulunur. Sömürenler, sömürülenler, sömürülen sınıfından sömüren sınıfına geçiş yapanlar, sömürüldüğünün farkında olmayan veya farkında olduğu halde sömürenleri destekleyenler…
“Bütün Bu Kökü
Dışarıda Fikirleri Kafanızdan Sileceğim”
Şilili yönetmen Marco Bechis’in 1999 tarihli “Garage Olimpo” filmi, genel olarak tüm dünyadaki cunta rejimlerinin ne kadar çirkinleşebileceğini gösteren, yumruk gibi bir yapımdır. Cunta gerçeklerini en çarpıcı şekilde gösteren filmlerden biridir. Sertliği açısından diğer iki filmden ayrılır.
Film, bir avuç muhalifin rejime karşı direnişlerini ve sonrasında hapis ve işkence sürecini anlatır. Başrolde, 18 yaşında, öğretmen adayı bir genç kız vardır. Diğer tutuklularla beraber Maria da Olimpo Garajı’nda tutulur.
Olimpo Garajı, cuntacıların darbeden sonra muhalifleri sorguladığı, onlara tecavüz ve işkence ettiği bir garajdır. Önceden tramvay ve otobüs garajı olarak kullanılsa da, o dönemde artık bir işkence merkezidir. Hem de şehir merkezinde yer alır. Filmde, mekanın şehir merkezinde oluşu birkaç kez gösterilir. İçeride bir kısım muhaliflere çeşitli işkenceler yapılırken dışarıda hayat hiçbir şey olmuyormuş gibi devam eder. (Ne kadar tanıdık değil mi…)
Garaja sürekli grup grup yeni tutuklular getirilir. Tutuklar genel olarak okumuş insanlardır. Aralarında edebiyat profesörü, öğrenci, öğretmen, işçiler olduğunu öğreniriz. Bir gardiyanın başka bir gardiyana mahkumları gezdirirken söyledikleri, cunta rejiminin muhaliflerin nasıl gördüğünü bize gösterir. Gardiyan “Bu edebiyat profesörü, yıkıcı ideologlardan biri” der. Başka bir sahnede ise gardiyan, bir mahkumu ite kaka sürüklerken “Bütün bu kökü dışarıda fikirleri kafanızdan sileceğim!” diye azarlar. Muhalifler bu rejime göre, aşağılık, zararlı, hain, öldürülmesinde bir beis olmayan insanlardır. Cuntanın bu muamelesi yüzünden, evinde baskına uğrayan muhaliflerden biri, işkence sürecine girmemek için camdan atlayıp intihar edecektir.
İki mahkumun arasında geçen bir diyalogda ise, biri diğerine şunları söylüyor:
“Buradaki en önemli şey korkunu belli etmemen. Onu örtmek zorundasın. Mutluluk, umutsuzluk, üzüntü… Hepsini gizle.”
Filmin sonunu, spoiler sevmeyenler için söylemeyeceğim, ama şunu söyleyeyim ki, film daha ilk saniyelerinde, ışık huzmelerinin okyanus üzerinde dans edişini göstererek başlıyor. Bu boşuna değil; filmin sonunda o okyanusa bakarak düşüncelere dalacaksınız, ne yazık ki…
Bugün otoriter rejimler yine dünyanın başına bela olmakta. Bu yüzden bu üç filmi izlemek bizim için bugün daha anlamlı.
Yorumlar
Yorum Gönder