Bir devrim lazım. Bu kadar pisliği ancak bir devrim temizler. Bunca yoksulluğu, bunca yolsuzluğu, bunca çürümüşlüğü ancak bir devrim paklar. Bu reformla, restorasyonla düzelecek bir şey değildir. O seviyeyi aşalı yıllar oldu.
Devrimden kastım; milyonlarca insanın saraya yürüyüp diktatörü devirdiği, diktatörün yakalandığı veya helikopterle kaçtığı türden kanlı bir devrim değil. Onlarca, yüzlerce yıldır devlet korkusuyla yetişmiş bir halktan bunu beklemek hayalperestlik olur. Bir zihniyet devriminden, anlayış devriminden, ahlak devriminden bahsediyorum.
Baskıcı rejimler, ahlaksızlığın yayılması için çok ideal ortamlardır. Böyle rejimler, insanı ikiyüzlülüğe sevk eder. İkiyüzlülük “yalan” demektir. Yalan ise, bana göre, en büyük ahlaksızlıktır. Yalan, bir toplumu çürütmeye tek başına yetecek kadar zararlı, adeta kanser hücresi gibi toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz edebilen bir zehirdir. Hele ki bizzat devlet yöneticilerinin ağzından çıkan yalanlar, toplumda tamiri neredeyse imkansız çürümeler yaratabilir.
“Türkiye” ve “baskı” kelimeleri kadar birbirine bu kadar yakışan kaç tane kombinasyon var ki? Öteden beri baskıyla yönetilen bir ülkeyiz biz. Lafa gelince “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” klişesinin pazarlandığı, ancak uygulamada bu sözün esamesinin bile okunmadığı, devletin her şeyden üstün olduğu bir düzendeyiz. Osmanlı zamanında asker deposu ve vergi membaı olarak görülen halkımız, Atatürk’ün devrimleriyle tebaa olmaktan çıkıp vatandaşlık mertebesine yükselmişse de, 100 yıllık cumhuriyet tecrübesi sonucunda hâlâ devletin kulu olmaktan kurtulamamıştır.
Devlet baskısı bir sürü ahlaksızlığa yol açar. En başta o masum görünen “korkaklık” bile başlı başına bir ahlaksızlık sayılabilir. Günümüzden örnek verelim: Kapı komşusu sırf anayasal hakkını kullandı diye tutuklanmasına rağmen, bunun bilincinde olduğu halde ses çıkarmayan, akşam maçını izlemeye, kuruyemişini yemeye devam eden bir insan ahlaksız değil midir? Gelecekleri çalınmış milyonlarca genç “artık yeter” diyerek sokakları doldururken, hak arayanları Cimer’e jurnallemek için sosyal medyada gizli gizli zabıtalık yapan insan ahlaksız değil midir?
Devletin sebep olduğu ahlaksızlıklar repertuarı hayli geniştir. Örneğin alkollü içeceklere konulan fahiş vergiler yüzünden vatandaşın kaçak içkiye yönelerek hayatını kaybetmesi, uyuşturucu kullanarak hayatını mahvetmesi de bir ahlaksızlıktır. Kanunun sadece güçsüz ve muhalif insanlara işlemesi, bunun yarattığı ortamı fırsat bilen kriminal tiplerin “üç ay yatar çıkarım” anlayışıyla istediklerini yapması, işte siez koskocaman bir ahlaksızlık daha! İktidar yanlısı birtakım şımarık insanların, muhalif kesime ağızlarına gelen her şeyi söyleyebilmeleri ama buna rağmen muhaliflerin iki cümle yazarken bile kırık kere düşünmek zorunda kalmaları; işte bir ahlaksızlık daha! “Kanunlar örümcek ağları gibidir, küçük sinekler takılıp kalır, büyük sinekler ise deler geçer” sözünü doğrularcasına, küçük hırsızların halk tarafından lanetlenip kısa sürede tutuklanması ama büyük hırsızların yargılanmak bir yana saygı görmesi; işte büyük bir ahlaksızlık daha! Şu kriz ortamında ürünlerine büyük zamlar yapan sermaye sahiplerinin, halkın bir şekilde bulduğu ucuz alternatiflere giden yolu lobileşme yoluyla ve devlet kurumları eliyle engellemesi, işte bir ahlaksızlık daha!
Sadece devlet mi? Toplum devletten gördüğü baskılanmayı kendi içinden insanlara yansıtır. Bir nevi “acısını çıkarmak” durumu. Devletten sürekli azar işiten, sopa yiyen, sesini çıkaramayan, gidişatı değiştiremeyen, söylediği şey ciddiye alınmayan, kaba tabirle “adam yerine konulmayan” bir toplumun ahlaksızlık üretmesi kadar doğal bir şey olabilir mi? Bunu patronundan sürekli azar işiten bir adamın eve gelince hıncını karısından çocuğundan çıkarmasına benzetebiliriz. Baskı rejiminin kanıksandığı, vatandaşın insan yerine konulmadığı, bazılarının “daha eşit” olduğu toplumlarda herkes bu ezikliğin acısını birbirinden çıkaracaktır. Kimin gücü kime yetiyorsa. Patronundan azar yiyen adam karısından, kocasından dayak yiyen kadın çocuğundan, ana-babasından dayak yiyen çocuk ise sokaktaki kedi-köpekten veya sınıftaki ürkek arkadaşından çıkaracaktır acısını. Bizim toplumumuzda çok alışılageldik şeylerdir bunlar.
Korku kültürünün hakim olduğu toplumumuzda, iki yüzlü bir ahlakçılık da hakimdir. Bu ahlak sinyallemelerine çoğu zaman referans olan şey İslam’dır. Fakat toplumumuz İslam’ın kendisini seçmek yerine, onun en kısıtlayıcı, en çatık kaşlı yorumunu seçer. Sözgelimi ailenin ve toplumun ahlakını temsil etme görevi kadınlara yüklenir. Bir erkek istediği haltı yiyebilir, en fazla kınanır; ancak erkeğin yediği haltların aynısını yapan kadının adı çıkar. O birden o.. oluverir. Bırakın ayıp sayılacak şeyler yapmayı, sadece başörtüsünü çıkarmak bile bu etkiyi yaratabilir. Muhafazakar bir ailede yetişen bir erkek, zihniyet değişimi yaşayıp seküler bir hayata geçtiğinde, fiziksel görünümünden hiçbir şey değişmeden de yaşayabilir, o yüzden fikirlerini aşikar etmedikçe pek tepki çekmez. Fakat aynı aileden yetişen bir kız, zihniyet değişimi yaşamasa bile sadece başörtüsünü çıkardığında herkes tarafından kınanır. Peki başörtüsü İslam’ın en önemli şartı mıdır? Böyle davranan bir topluma “ahlakı içselleştirmiş” demek ne kadar mümkün?
Eskiden kasaba kurnazı siyasetçilerin yaptığı şey, yani özel hayatında her haltı yiyip, kamera önünde din ve ahlak satma davranışı, sosyal medyayla birlikte ve iktidarın yaygınlaştırmasıyla artık tüm topluma yayılmış durumda. Gerçek hayatında işledikleri ayıpların hiçbirinden bahsetmeyen birtakım kasaba kurnazları, sosyal medyada hayırlı cumalar mesajları paylaşarak, Filistin edebiyatı yaparak, camiden fotoğraf atarak, muhafazakar bir yazarın sözlerini paylaşarak, dine saygısızlık yaptığını iddia ettiği bir şahsa güya had bildirerek göz boyuyor. Burada ahlaktan bahsetmek mümkün mü?
Ne zaman “Anadolu irfanı”ndan söz açılsa akla gelen, Nurettin Topçu’nun o sözlerine kim hayır diyebilir?
“Ahlâksızlığın ummanı
olan bu Şark’ı, yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar
yanılmamışlar. ‘Müslüman’ız diyen insan yığını yok mu? Onlar, Şark’ın en aşağı
tabakasını teşkil ediyor.
Yaşanan şekliyle
Müslümanlık Şark’ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer, ne ahlâk, ne de Allah
uzanır bunlara…
Bunların önce her şeyi
bırakıp, insanlık devrine girmeleri lâzım…”
Buraya sayıp döktüğüm bunca pisliği okurken midenizin bulanmış olması gerekir. Bu kadar pisliği üç beş kanun çıkarmakla, üç beş aydının dert edip bir şeyler yazıp çizmesiyle aşamayız. Topyekün bir silkinişle kendimize gelmekten başka çıkar yol yok. Battığımız bu bataklıktan çıkmak için tarihi bir eşikteyiz şu anda. Boğazımıza kadar pisliğe batmış durumdayız. Kadrajı genişletip yukarıdan bakalım: Ya hep ya hiç yoluna çoktan girdik. Bu bataklıktan çıkıp, velev ki muhalifler iktidara gelecek olsa bile, yine aynı tas aynı hamam, yine ahbap-çavuş kapitalizmiyle, yine “sen beni gör, ben seni” anlayışıyla, yine “al takke ve külah” zihniyetiyle, yine “şu senindir bu benim” paylaşımıyla, yine “başkası gelse o da çalacak, bu en azından bizim adam” kabullenişiyle, yine devlete kayıtsız şartsız itaatle, yine toplumsal korkaklıkla devam edeceksek bu kadar mücadelenin hiçbir anlamı yok. Yine haksızlıklara sosyal medyada pısırıkça paylaşımlar yapıp susacaksak, yine ateş düştüğü yeri yakacaksa, yine bize dokunmayan yılan bin yaşayacaksa hiçbir anlamı yok bu mücadelenin.
Türk halkı şu an tarihî bir fırsat yakaladı. Bazen yavaş yavaş kurtulmak mümkün olmaz. Tamamen kurtulabilmek için tamamen batmanız gerekebilir. Örneğin 19. yüzyıl sonlarında, modern, laik bir cumhuriyet kurup, demokrasiyle yönetilebileceğimizi kimse düşünemezdi. Ancak Osmanlı düzeninin savaşlarla birlikte tamamen yıkılmasıyla Türk milleti cumhuriyeti ve demokrasiyi inşa etmek için mükemmel bir zemin yakaladı. Türk halkı şu anda yine tamamen batmış durumda. Yurdumuz dış düşman tarafından işgal edilmedi ama ahlaki yönden iflas ettik. Sadece iflasımız henüz ilan edilmemiş durumda. Yalan söylemenin bu kadar yaygın olduğu, insanların yalan söylediğinin bilinmesine rağmen yalan söylemeye devam ettiği, halkın söylenen sözlerin yalan olduğunu bile bile inandığı başka bir devir görülmüş müdür acaba?
Bir devrim lazım. Bu kadar pisliği temizleyecek bir devrim. Türk tarihi bize, hayalperest olmamak gerektiğini adeta döve döve öğretir. O yüzden bulutlarda gezen biri değilim. Hiçbir zaman mükemmel bir toplum olamayacağımızı biliyorum. Hiçbir toplum mükemmel olamaz. Dünyanın en yaşanılır ülkesi olabilecek durumda da değiliz. (Aslında bütün şartlar var ama halk buna yanaşacak durumda değil.)Ancak içinde yaşayan ve kendini buraya ait hisseden herkese iyi gelebilecek bir ülke olabiliriz. Ortalama bir Avrupa toplumunun sahip olduğu medeniyet seviyesinden bahsediyorum. Suç işleyenin siyasi veya etnik kimliğine bakılmayan, kürsülerden yalan söylenmeyen, halkın bizzat müfettişlik görevini üstlenip, ahlaksızlık yapan, yalan söyleyen, çalan siyasetçilerin yakasına yapıştığı, insanların “bu ülkeye ne katabilirim” diye düşündüğü, kimsenin gelecek endişesi yaşamadığı bir toplum düzeni. Herkesin sağlam evlerde oturduğu, sağlıklı gıdaya erişimin zenginlere mahsus bir lüks olmadığı, fazla kimyasal ilaç yüzünden Avrupa kapılarından dönen tarım ürünlerini ucuza yediğimize sevinmediğimiz, çalışan kesimin yarısının asgari ücretle çalışmadığı, ihtilaf halinde insanların devletin yanında değil, halkın yanında olduğu bir toplum düzeni. Bunların hepsinin üstesinden gelecek şey, “helalinden” bir devrimdir, zihniyet devrimi. Bir toplumsal sözleşme gerek. Toplum bazı ilkeler üzerinde anlaşacak. Çürük ev yapılmayacak, din-millet yalanları anlatan siyasetçi susturulacak, pestisitli gıda üretilmeyecek, ırmakları kirleten, ormanları katleden firmalar boykot edilecek, bilgiye ve bilene saygı duyulacak, kimse günahlarını bayrağın veya Kur’an’ın arkasına saklanarak örtemeyecek, kanunlara saygılı ve kibar insanları mağdur edenler insan içine çıkamayacak. Bunların hepsi bize lüks geliyor. Çünkü bizi bu çaresizliğe alıştırdılar.
Karamsarlıkla iyimserliğin ortasında durmak gerek. Ne tarafa meyledeceğimizi, 86 milyon insanın davranışı belirleyecek. %3’lük bir kesimin, geri kalan %97’yi sömürmesine halk tamam mı diyecek devam mı? Bu sömürgenleri sırtımızdan atacak mıyız, atmayacak mıyız? İşte cevaplanması gereken soru, işte gerçek yol ayrımı.

Yorumlar
Yorum Gönder