KADIN MERKEZLİ BİR AİLE DRAMASI: “ACI GERÇEKLER” (2024)

Günün tatlı saatleri. Ilık ılık esen rüzgarlı bir günde, günlük boşluğumu değerlendirmek için kendimi sinemaya attım. Dünden kalan üzüntülü ruh halimin de payı var bunda. Mükemmel bir kafa dağıtma fırsatıydı, değerlendirdim.

Filmin adı Acı Gerçekler (Hard Truths). Açıkçası film hakkında hiçbir şey bilmeden, okumadan gittim. Hani böyle “eşref saati” anlarınız olur, ruhunuz bir şeyi çok ister, o şeyi çok da sorgulamaz; tam öyle bir andı: Güzel bir filme gidilmesi gerekiyordu ve gittim. Açıkçası başka bir zamanda olsa bu filme gitmeyebilirdim, çünkü afişine bakınca çok sıradan bir dram film gibi görünmüştü gözüme.

Filmin genel olarak bir aile draması olduğunu söyleyebilirim. Merkezinde kadının olduğu bir aile draması. İngiliz yönetmen Mike Leigh’ın ilk defa bir filmini izlemiş oldum. Gerçi özgeçmişini araştırınca, 1990 tarihli Life is Sweet’i de bitiremesem de çoğunu izlemiştim. (Ya sıkılıp kapattım ya da bitirdiysem de hatırlamıyorum.) Araştırdığım kadarıyla Leigh, sıradan İngiliz insanının hayatını konu ediyor. Çoğunlukla dram filmleri. (Life is Sweet de bu tarz bir filmdir.) Diğer bir İngiliz solcu yönetmen Ken Loach gibi yani. Leigh’ın diğer filmlerine bakma isteği doğdu bende.

Bazı filmler, sıcak havada içilen, o anda inanılmaz lezzetli ve ferahlatıcı gelen soğuk ve şekerli içecekler gibidir, hızlı tüketim, hızlı doyum yaşatır. Bazıları ise yağmurlu veya bulutlu havada bir kafede veya cam kenarında yudum yudum içilen kahve gibidir, lop diye içip bitirmezsiniz hemen, Acı Gerçekler böyle bir filmdi.

Ekşi’de Mike Leigh ile ilgili güzel bir entry okudum. Yazının devamında işime yarayacağı için bunu paylaşmam gerekiyor. Şöyle diyor:

“Mike leigh'in filmleri neşter gibidir. Keseceği yeri bulur ve başka yere bulaşmadan işini halleder. En acı veren, en kuytudaki korkuları en büyük acıları keşfeder ve onların üzerine oynar. Filmlerinde insanın en büyük korkusu olan, sevilmeme, reddedilme korkusuyla yüzleşir. Bir yandan da bu filmlerin içinde fakirlik var, emek var, o emeklerin boşa gitmesi var... Nasıl yapıyor bilemem ama fırtınada savrulan bir kum tanesinin çaresizliğini hissettirebilir izleyene..” (Teşekkürler “number 1 zero”)

Bu yorumun karşılığını bu filmde de bulmak mümkün. Filmimiz başlıca 4+2 karaktere sahip:

Yorgun, öfkeli, depresif, aşırı uyumsuz, geçimsiz, mutsuz, herkese kaba saba davranan, saldırgan, ağzından bir kez olsun güzel bir laf çıkmayan bir ev hanımı. Başrolümüz bu hanım.

Bu kadının 22 yaşında, obez, evden hatta odasından dışarı çıkmayan, ahır gibi dağınık bir odada yaşayan, neredeyse hiç arkadaşı olmayan, sürekli kulaklıkla müzik dinleyen, insan ilişkileri (anne babasıyla bile) yok denecek kadar az olan, hiçbir duygusunu suratında belli etmeyen oğlu.

Bir de bu ailenin babası; tamirat-tadilat işinde çalışan, saldırgan olmayan ama argo tabirle tam bir odun olan, kadınına iki kelime güzel laf etmeyi beceremeyen, babalığı ve kocalığı sadece çalışıp eve para getirmek olarak algılamış, nezaketsiz bir baba.

Alt orta sınıfa mensup bu ailenin ufak da olsa güzel denebilecek bir evleri var ve düzgün bir muhitte yaşıyorlar.

Öte yandan yardımcı karakter olarak; bu asabi ve depresif ev hanımının kız kardeşini ve onun iki kızı var filmde. Mercek buraya döndüğünde, babaları olmayan iki neşeli genç kız ve bir mutlu kuaför anneden oluşan küçük ve mutlu bir aile görüyoruz.

Yani büyük ailenin iki kızından biri, obez ve asosyal oğlu ve duygusuz kocasıyla mutsuz ve öfkeli bir hayat sürerken; ailenin diğer kızı, kendi mesleğini yapmakta, birbirinden güzel, heyecanlı ve neşeli iki genç kızıyla birlikte mutlu bir hayat yaşamaktadır. Büyük abla birbirinden boğucu “acı gerçekler”le boğuşur ve bunlara her zaman negatif ve aşırı tepkiler verir. Küçük kardeş ise, muhtemelen ablası kadar sıkıntı yaşamamıştır (çünkü filmde bunu görmeyiz) ama hayata daha olumlu bakar, kız kardeşini teselli etmeye, yardımcı olmaya çalışır, elini tutar, onu hayata bağlamak için çabalar. Bir sahnede bu iki kardeşin birbirine iç döktüklerini görürüz. Depresif abla, etrafındaki herkesin ondan nefret ettiği gibi akıldışı ve abartılı düşüncelere sahipken, kız kardeş, ona her zaman destek olduğunu, fakat içini ona açmasını, bu kadar sorunla birlikte yaşayamayacağını söyler. Burada film bize depresif bir zihinle sağlıklı bir zihin arasındaki farkı gösterir: Sağlıklı bir zihin, sorunları fazla büyümeden çözmeye çalışırken, depresif zihin, sorunları yumak haline getirip içinden çıkılamaz bir şekle sokar ve “imdat!” aşamasına gelmeden bu sorunları başkasına açmak istemez. Bir buçuk saatlik film de işte bu “imdat!” aşamasına gelinen kesitten ibarettir. Öncesi veya sonrası değil.

Büyük kardeş, yanıbaşında kardeşinin iki kızıyla birlikte mutlu mesut yaşadığını görüp kendi hayatına baktıkça mutsuzluğu perçinlenir. Filmin başlarında insan evvela; herkesle kavga eden, marketteki müşterilerden mağazadaki satıcı kıza, otoparktaki sürücüden evdeki oğluna, hastanedeki doktora, dişçiye kadar herkesle didişen, ağız dalaşına girmeden hiçbir diyalog kuramayan bu kadına karşı antipati duyar. Fakat şahsen etrafımda, aileleri ve erkekler yüzünden çekilmez hayatlar yaşayan kadınlar bolca bulunduğundan, ben bu durumu fark ederek kadının bu öfkesi karşısında temkinli davrandım. Bunun altında yatan çok ciddi sebepler olmalıydı, ki oldu da.

Türk toplumunda, (hatta bu diğer toplumlarda da vardır) “kadının sürekli dırdır yapması” diye ifade edilen bir olguyu herkes bilir. Sürekli “dırdır” yapan kadınlar çokça vardır, doğru. Fakat yeterince hayat tecrübesi olan, yeterince görmüş geçirmiş kişiler bilir ki, bu dırdırların arkasında çoğunlukla aile sorunları ve erkekler yatar. Bir kadının durup dururken, hayatı herkes kadar iyi herkes kadar kötüyken, hayattan istediklerinin çoğunu elde edebiliyorken dırdır yapması çok muhtemel değildir. Böyle kadınlar da vardır, azınlıktadır. Ama çoğu Türk kadınının dırdır yapmasının sebebi, hayattan istediklerinin çoğunu alamıyor olmasıdır. Bu kadınların özgürlüğü de, hayattan aldıkları zevk de, ceplerine giren para da erkeklerle eşit değildir. Bunların birikip birikip yıllar içinde depresyon, kaygı bozukluğu, hatta kanser, kalp-damar hastalıkları, obezite gibi hastalıklar olarak kendini göstermesi de çok görülen ve az konuşulan bir şeydir.

Filmdeki büyük kardeş de, psikolojik bitikliğinin yanı sıra, bir de migrenle uğraşır. Hayatı yeterince kötü değilmiş gibi migren de onun hayatını zorlaştırır. Tüm bunların yanı sıra kadın, aradığı desteği ne oğlundan ne de kocasından bulabilir. Oğlu, bizim argoda “mandafon” dedikleri türden, yeni jargonla bir “hayatsız”dır. Gerçekten ot gibi yaşar. Bırakın annesini, kendine bile hayrı yoktur. Yediği muzun kabuğunu bile ortada bırakır. Annesiyle sürekli kavga eder. Ama buna rağmen çocuğun hiçbir defa öfke patlaması yaşadığını görmeyiz. Tepkisizdir. Bağırmaz bile. O da muhtemelen depresyondadır ve sanırım psikologlara göre depresyonun en tehlikeli versiyonunu yaşıyordur. (Şayet film devam edecek olsaydı, bu çocuk muhtemelen ya bir kırılma noktası yaşayıp normal bir hayat yaşamaya devam edecekti, ya da bunu başaramayıp birkaç yıl içinde intihar edecekti. Neyse.)

Kadının kocası da gerçekten sinir bozucu derecede bir “odun”dur. Saldırgan değildir, karısına pek bağırmaz, vurmaz, etrafı devirmez. Ama duygusuzdur. Bazı sahnelerde kadının yaşadığı dramı iliklerimize kadar hissederiz ve şu adamdan iki kelime güzel söz bekleriz. Veya hiç değilse gidip sarılmasını. Böyle anlarda kadına erkeğinin sadece sarılması bile iyi gelebilir. (Erkekler zaten en çok bu işe yaramaz mı?) Ancak adam onu bile yapmaz. Ağzından iki güzel kelime çıkmaz.

İşte bu sebeplerden dolayı film ilerledikçe, başlarda kadına karşı duyduğunuz antipati hızlıca azalır ve yerini empatiye bırakır. Kadının derin yalnızlığı dakika dakika ortaya çıkar. Yavaş yavaş filmi çözersiniz. Kadın çok sorunlu, öfkeli, saldırgandır; fakat yaşadığı sorunları ondan alıp kime yüklerseniz yükleyin, aynı tepkileri o da verecektir.

Film, kadının yaşadığı bu dramı vermekte ve altını doldurmakta son derece başarılı. Ve kullandığı argümanlar dolayısıyla bugünün filmi değil, zamansız bir filmdir.

Filmin bende çağrıştırdığı anahtar kelime “empati”dir. Empati. Bir aile hayatında, yapıldığı zaman hayatı cennete, yapılmadığı zaman ise cehenneme çeviren o sihirli kavram. Yani “olmasa da olur” değil, “olmazsa olmaz” kabilinden bir şey. Eşe, dosta, akrabaya, işçiye, kiracıya, kasiyere, garsona, postacıya, çocuğa, ihtiyara, herkese karşı yapılması gereken bir eylem.

Filmden çıkardıklarım bunlar.

Açıkçası filmin pek eksiğini bulamadım. Fakat bir artısını sayabilirim.

Anlatmak istediğini lastik gibi uzatmadan, bir buçuk saatte anlatıp giden bir film. Dolambaçlı, çok karakterli, kafa yorucu bir film değil. Sade. “Şu da olsun, bunu da kullanalım” acemiliği yok. Zaten 82 yaşındaki kariyerli bir yönetmenin filminde de böyle şey olmasın bi-zahmet.

Şu notu da ekleyeyim: Sürekli kaydırmaktan odaklanma süresi 30 saniyeye düşmüş zihinler için sıkıcı gelebilir. Fakat sakin ve dingin kafayla izlenince güzel ve düşündüren bir filmdir.

Puanım: 8.5/10.

 

Yorumlar