Politik sinemanın başat isimlerinden olan, “Z”nin (1969) yönetmeni Costa-Gavras’ın 1982 yapımı Missing filmi, Şili’deki cunta döneminin başlarında geçer. General Pinochet’nin darbesi yeni gerçekleşmiş, sosyalist başkan Allende devrilip öldürülmüş, otoriter rejim tuğla tuğla örülmeye başlanmıştır. Filmin konusu gerçek bir hikayeye dayanır. O günlerde orada yaşayan, sol görüşlü Amerikalı bir gazeteci olan Charles Horman’ın hikayesini izleriz. Charles, darbenin ertesindeki kaos ortamında cuntacılar tarafından kaçırılmıştır. Film boyunca Charles’ın akıbetini merak ederiz. Diğer başat karakterler ise, Horman’ın kendi gibi solcu olan eşi Beth, Horman’ın muhafazakar babası Edmund ve ABD büyükelçiliğindeki birtakım yetkili isimler.
Filmde Charles ve eşi Beth, “Çiçek Çocuklar” olarak bilinen kuşağı, yani liberal/sol Amerikan gençliğini temsil eder. Charles Şili’de çıkarılan bir gazetede çalışan bir yazardır. Aynı zamanda çizgi film de yapar. Bir sahnede Beth’e neden Şili’ye geldikleri sorulduğunda “Dünyayı New York Times’tan öğrenmek istemedik” gibi bir cevap verir. Baba Edmund ise, muhafazakar görüşlü bir ilahiyatçıdır. Büyükelçilik yetkilileri, Amerikan devletinin çıkarlarını Amerikan halkının üstünde gören, klasik soğuk yüzlü devlet temsilcileridir.
Özellikle Charles ve Beth ile Edmund’un film boyunca sürtüşmelerine şahit oluruz. Bu sürtüşmeler film boyunca sürecek ve sonunda Edmund da diğer tarafa geçmiş olacaktır. Edmund, çok klasik, kuralcı, muhafazakar, statükocu bir babadır. İlahiyatçıdır, Şili’ye gelirken bile çantasında İncil vardır. Oğlu Charles’ı aslında pek tanımaz, tanımamakla kalmayıp yaptığı işlere de değer vermez. Amerikan yetkilileri oğlunun görüşünü sorduğunda “Liberal herhalde” gibi belirsiz bir cevap verir. Şili’ye vardığında gelini Beth’i suçlar, bunlar onun yüzünden olmuş gibi.
Costa-Gavras, bize cunta döneminin sertliğini tüm çıplaklığıyla anlatır fakat bunu şiddet pornosuna çevirmez, örneğin kanlı infaz sahneleri, ev baskınları, işkence sahneleri filmde yoktur. Ancak askerlerin evlerden kitap toplayıp yaktığını görürüz. Yerlerde, duvar diplerinde rastladığımız cesetler bize her şeyi anlatır. Askerler tarafından öldürülen muhalif insanların cesetleridir bunlar. Sonra sürekli sağdan soldan silah sesleri duyulur. Bunlar da infazların sesleridir. Hayat devam eder, sesi duyan insan bir saniye duraksar ve kaldığı yerden konuşmasını sürdürür. Restoran, dışarıda silahlar patlarken, garsonlar klasik müzik eşliğinde yemeklerini yiyen müşterilere servis yapmaya devam eder.
Costa-Gavras, Şili darbesinde ABD’nin parmağı konusunu izleyiciye düşündürmek için filme iki şeyi çok iyi bir şekilde monte etmiş: Filmde devrin ABD başkanı Nixon’ın portresi birkaç kez adeta göze sokularak gösterilir, oysa şart değildir. Bir yerde dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın portresini de görürüz. Monte edilen diğer şey ise, yine birkaç kez karşımıza çıkan Coca Cola ve Pepsi logolarıdır. Öyle ki, bu iki Amerikan sembolünün logosunu, Şili ordusuna ait bir binanın duvarında, Şilili bir komutan konuşurken bile görürüz. Nixon’dan da koladan da film boyunca hiç bahsedilmez, sadece bir yan unsur olarak izleyicinin dikkatine sunulur.
Filmdeki en önemli olay sanırım baba Edmund’un film boyunca yaşadığı dönüşümdür. Edmund oğlunu aramak için ta New York’tan kalkıp gelmiş, buradaki kaos ortamında, yerde cesetler yatarken, havada silah sesleri patlarken oğlunu bulmaya çalışmaktadır. İlahiyatçı bir iş adamı olarak hiç böyle işlerin adamı değildir. O yüzden hem oğluna hem de gelinine içten içe öfkelidir. Oğlunun yazarlığını küçümser, yayınlanıp yayınlanmayacağı belli olmayan romanlar yazdığını söyler. Bu tür işlere burnunu sokmasından rahatsızdır. Beth’i de onu bu yola soktuğu için kızgındır. Zaman zaman kavga bile ederler. Evlerini beğenmez. Ancak iki küçük enstantanede, Edmund’un yaşayacağı dönüşümün belirtileri saklıdır:
İkisi de araba içinde geçer. Edmund, yolda muhalif gençlere ateş açan askerlerin gürültüsünden bunalıp bağırmaya yeltenir. Artık o bile durumdan rahatsız olmaya başlamıştır.
İşler sarpa sardıkça, her yeni gelişme sonrası işe yeniden başladıkça Edmund, oğluna hak vermeye ve Beth’le yakınlaşmaya başlar. Cunta rejiminin ne dehşetli bir düzen olduğunu bizzat endi gözleriyle görür. Bir gece otelde kalırken deprem olur, tüm otel müşterileri dışarı kaçışmaya çalışırken otel görevlileri izin vermez. Çünkü sokağa çıkma yasağı vardır, dışarıda asker, sokağa çıkanları vurur. Cuntanın katılığı bu boyuttadır.
Oğlu ile Beth arasındaki yakınlığın boyutu da fikrindeki katılığın izalesine etki eder. Beth, her tehlikeye rağmen böyle bir ülkede eşini aramaya devam eder. Fakat bu konudaki en tesirli durum, ABD diplomatlarının tavırlarıdır. Edmund, onların gerçeği gizlediklerini düşünerek onlara güvenini git gide kaybeder. Sonunda Edmund Beth’e “Şimdiye kadar karşılaştığım en cesur insanlarsınız. Ve bu her şeye değer.” diyecektir.
(Buradan sonrası spoiler içerir)
Amerikalı diplomatların Edmund’la tartışmasında ciddi doneler var. Bu bölümde artık Charles’ın tam bir ay önce öldürüldüğü, hatta bir duvara gömüldüğü anlaşılır. Diplomatlar ise meseleye devlet sırrı gözüyle bakarak bir ay boyunca babayı ve eşi oyalayıp durmuştur. Bu aşamada diplomatlar Edmund’a “Biz Amerika’nın çıkarları için çalışıyoruz. Burada 3 bin Amerikan şirketi ticaret yapıyor. Bu da bizim çıkarımız. Amerikan hayat tarzını koruma kaygısı taşıyoruz.” der.
Edmund’un artık Şili’yi terk ederken oradaki diplomatlara söyledikleri de düşündürücüdür:
Onlara, Amerika’ya vardığında hepsinin hayatını cehenneme çevireceğini söyler ve şunu ekler:
“Tanrıya şükür ki sizin gibi insanları hala hapse atabildiğimiz bir ülkede yaşıyoruz!"
Ne var ki filmin sonundaki nottan öğrendiğimize göre, Charles’ın babası büyükelçilik yetkililerini ve devrin dışişleri bakanı Henry Kissinger’a karşı dava açmasına rağmen dava reddedilip, süreçle ilgili durumlar “devlet sırrı” denilerek açıklanmamış.
Bir detay bilgi olarak da şunu vereyim: Film Şili’de geçmesine çekimleri Meksika’da yapıldı. Pinochet rejimini eleştirdiği için tabii ki Şili’de yasaklandı. Filmde karakter isimleri değiştirilmesine rağmen dönemin Şili büyükelçisi, Edmund Horman, Costa-Gavras ve yapımcı şirket hakkında dava açmış fakat kaybetmiş.
Filmin sonunda Edmund, artık oğlunun öldürüldüğünü öğrenip Beth’le birlikte Amerika’ya dönerken, evde Charles’ın yazıp çizdiği ne varsa hepsini toplayıp çantasına doldurur. Zaten politik yönünün yanında aslında bir de baba-oğul dramasıdır bu. Başından beri oğluna tepkili olan bir baba, hayatında ilk defa oğlunun düşünce dünyasını ve hayat tarzını bu kadar derinden anlamaya çalışır ve sonunda onu sever. Fakat artık oğlu hayatta değildir.
Bir Türk olarak filmde bize benzeyen çok şeyler bulacaksınız. Devlet tapıcılığı, polis şiddeti, solcu düşmanlığı, sermaye seviciliği ve Amerikancılık. Zaten Pinochet, uygulamaları açısından, aşağı yukarı aynı yıllarda Türkiye’de cunta idaresi kuran Kenan Evren’e en çok benzeyen diktatördür desek yeridir. Şili de sosyokültürel açıdan Türkiye’ye benzer. Hal böyle olunca, filmdeki sertliği biraz seyreltip, karakter ve mekan isimlerini değiştirirsek hiç sırıtmayacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder