“UFUKLARIN EBEDİ İŞTİYAKI VAR NURA”

Bir şeyler var böyle, hareket ettiren içimi. Ne bileyim işte, insanlık sevgisi midir, yurt sevgisi midir nedir. Bir şeyler var beni geceleri uyutmayan. Beni her sevincimin arkasından ciddileştiren bir şeyler var. İçimi lebaleb dolduruyor. Arkamı dönüp uyuyamıyorum. Yediğim içtiğim şeylerden tat alamıyorum. Cillop gibi bir havada, ciğerlerimi huzurla dolduruyorum ama dertle boşaltıyorum. Beni kesintisiz mutluluktan alıkoyan bir şeyler var.

Ne zaman gelecek hayalleri kursam, bu bir şeyler gelip çörekleniyor hemen. Bütün mutluluklarım ucundan kısaltılmış gibidir bu yüzden. İleride diyorum, şunu yapacağım, bir şeyler diyor ki “Sen onu öyle düşündün ama bir sor bakalım…” Bu topraklar bize kılçıksız mutluluğu yasaklamış.

Fatih Sultan Mehmed’e köylü bir teyze ayran ikram ediyor, fakat çanağın üstüne saman çöpleri koyuyor. Fatih soruyor, bu nedir; teyze diyor ki “Ayran soğuktur, hızlı içip hasta olma diye oğlum.” İçtiğim bütün ayranların, yaşadığım bütün mutlulukların içinde saman çöpü var. Keyfimce, lıkır lıkır içermiyorum hayatı.

Milyonlarca rakibimizin arasından sıyrılıp dünyaya gelme şansını hem de bir kereliğine yakalıyoruz ama yaşadığımız hayat böyle bir hayat işte. Dünyada olmanın, henüz sağlıklı olmanın, rahatça nefes alabiliyor olmanın, bizi her yere götürecek bacaklara sahip olmanın, bize her şeyi yaptıracak ellere sahip olmanın, bütün sorunlarımızı çözüp hayatı kolaylaştıracak bir kafaya sahip olmanın kıvancını yaşayamıyoruz. Şu an bu pasparlak dimağlarımız, güzel şiirler ve hikayeler yazmak dururken, güzel şarkılar bestelemek, tablolar yapmak, ilim dünyasının soru işaretlerini gidermek, mesail-i memlekete çözümler üretmek dururken, üç beş dünya heveslisi ve aşağı karakterli insan yüzünden cehennem gibi bir hayat yaşıyor.

Üstünde yaşayanların hiç hak etmediği, hepimize yetecek kadar güzel, “işle beni!” diye bağıran bir yurdumuz var. Gezmekle bitmez tükenmez, koca bir yurt. Her mahallesi, her köşesi ayrı bir kültürle, ayrı bir hikayeyle dolu. Neresine gitsen sana kucak açan, neresine gitsen sana iyi gelecek bir şeyler bulabileceğin, başka milletlerin arayıp da bulamayacağı kadar tarihî ve kültürel zenginliğe sahip eşsiz bir yurt.

Lakin bu aşağı karakterli insanlar bırakmıyor ki gezelim, içimize çekelim yurdumuzun havasını. Arı gibi her çiçekten bal toplayalım istemiyor. Birbirimize karışalım, Kürt Türk’ü sevsin, muhafazakar seküleri, Atatürkçü Osmanlıcıyla kucaklaşsın istemiyor. Bu memlekette öfkeyle zehirlenmemiş bir halk olsun istemiyor. Sabahları huzurla uyanalım istemiyor.

İstiyor ki uyanır uyanmaz telaşla telefona bakalım yeni bir kriz olmuş mu diye. İstiyor ki nefesini her an ensemizde hissedelim. İstiyor ki söverek giyinip, söverek kahvaltı yapıp, söverek işe gidelim. Her gördüğümüz insanı asık suratımızla hayattan soğutalım. Yeni açmış çiçekten, yeni yeşermiş ağaçtan haberimiz olmasın. Görmeyelim baharın geldiğini. Hep kahredelim, sağa sola ateş saçan ejderha gibi, her şeye kahredelim, hep kahredelim, sövelim, kahredelim, mutsuzluğumuzu salgın gibi yayalım. Tek bir haneden kahkaha sesleri taşmasın sokağa. Herkes kahretsin. Herkes propaganda makinesinin çektiği dizileri izleyip, uyuşsun. Uyuşma bittiği anda yine kahretsin. Beyzadelerin esprileri dışında hiçbir şeye gülmeyelim. Hep somurtalım. Elimizi sevgilimizin boynunda gezdirmeyelim, saçlarına değdirmeyelim. Çayı kahveyi hep şekersiz ve koyu içelim. Çikolatayı sadece %82 bitter yiyelim. Güneş açınca çimlere götümüzü serip oturmayalım. Güneş ışığını ve baharın temiz kokusunu içimize çekmeyelim.

Bunlar istiyor ki, birbirimize komik fıkralar anlatmayalım. Ele ele tutuşan gençlere dünyayı dar edelim. Hele hele gülen, hafazanallah kahkaha atan bir kadın gördük mü öyle bir somurtalım ki güneş sönsün hayatsızlığımızdan, karanlık olsun her yer. “Padişahım çok yaşa!”dan başka bir slogan çınlamasın sokaklarda. Meydanları çalı süpürgesi gibi, kendine bile hayrı olmayan cılız ağaçlar doldursun.

Bunlar ellerinde imkan olsa, güneşi bile sadece kendine oy verenlerin üstüne doğduracaklar. Ellerinde imkan olsa, “öteki” insanların dişlerini sökecekler gülemesinler diye. İmkanları olsa, geçtiğimiz yollardaki çiçekleri yolacaklar, ağaçların yapraklarını dökecekler. Ellerinden gelse, diz çöküp itaat edene kadar kedi videolarını bile yasaklayacaklar bize.

Derin, dipsiz bir karanlık, baştan sonra gri bir gökyüzü, siyah beyaz bir hayat, tatsız tuzsuz yiyecekler, nağmesiz, ağır, bayıltıcı bir müzik, kokusu gitmiş bir çiçek, feri sönmüş bir çift göz, sesi kısılmış bir hançere, imla hatalarıyla dolu bir roman, sürekli detone olan kart bir sestir bunlara bakınca gördüklerim.

Ve biz, yani Allah daha iyi bilir ama sanırım biz, bunların hayatımızı mahvetmesini hak edecek kadar büyük bir günah işlememişizdir. Ve eminim ki bunlar son çırpınışlardır, bu topraklar kötüye, kötülüğe doymuştur artık. Her gün lanet ettiğimiz bu topraklarda kötülüğün de bir sınırı vardır. O sınırın çoktan sonuna gelmişizdir. Ve eminim ki az kalmıştır. Bu böyle sürüp gitmeyecektir yıllarca. Sabahları kaygıyla sıçrayarak uyandığımız günler geride kalacaktır. Eminim ki zil çaldığında “geldiler mi” diye korkuyla zıplayışlarımız bitecektir artık. Bu, “belki yarın, belki yarından da yakın” değildir elbette, ama  “dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç” denecek kadar uzak da değildir. Eminim ki, Tevfik Fikret’in düşlediği gibi, bu memlekette de bir gün sabah olacaktır. Şu donuk, şu paslı çehre-i millet biraz gülecektir. Çünkü geceler tulu-i haşre kadar sürmez. Bu sema, bu mavi gök bize bir gün acıyacaktır. Çünkü “ufukların ebedî iştiyakı vardır nura.”

Yorumlar