AHLAKI TEMSİL ETME GÖREVİ NEDEN HEP KADINLARDA?

Türkiye’de haftasonu üniversite sınavı dolayısıyla “çıplaklık” gibi gereksiz bir konu tartışıldı. Sınava geç kalan ve küpesini çıkaramadığı için okula giremeyen bir kızın videosu. İlk gördüğümde, refleks olarak “sınav salonuna nelerin sokulamayacağı sınav giriş belgesinde bile tek tek yazıyor” gibi bir tepki vermiştim. Muhtemelen normal düşünen herkes de buna benzer bir tepki vermiştir. Fakat talihsizlik eseri yorumlara göz atayım derken ne göreyim… Çıplaklıkla ilgili bir ton eleştiri, kötüleme, oradan “bu muhalifler neden böyle” diye bağlama, “O bayıldığınız Avrupa’da bile” kalıbıyla kurulan bir yığın zırva…


Türkiye’nin esas sorunları değil de bu tür kıldan tüyden, sadece küçük insanın hayatını ilgilendiren konular sürekli tartışıldığı için ve bu konular da esas sorunların çözümüne hiçbir şekilde fayda sağlamadığı için esas sorunlarımız 250 yıldır çözülmüyor. Neredeyse tamamen demagogların eline geçmiş olan siyaset mekanizması da bu tür gündemlerle insanların birbirleri tarafından kırılmasından memnundur. Hiçbir toplumsal çatışmada “Durun sakin olun, biz kardeşiz” diyen, siyasetüstü bir makama sahip değiliz artık. O yüzden her hafta birbirinden gereksiz konularda birbirimizle kavga ederiz, ne tartıştığımız konuyu çözeriz, ne diğer esas sorunlarımızı hallederiz, ne birimiz diğerine üstünlük sağlar, ne de tartışma kültürü konusunda ilerleme kaydederiz. Elde var sıfır. Tam bir kaybet-kaybet durumu. Tek kazanan siyasi iktidar olur.

Çıplaklık tartışmasını ahlaki veya dini değil, estetik açıdan ele alırım. Bazı kıyafetler bazı yerlerde giyilmemelidir, buna katılırım. Ancak bunu ahlaki saikle söylediğiniz zaman “Burada bunu giyemezsin!” gibi bir dayatma söz konusu olur. Öte yandan estetik açıdan baktığınızda, o kıyafetin orada giyilmesinin çok da uygun olmadığını söylemiş olursunuz. Biri dayatma, diğeri görüştür. Farkı şu: bu görüşe karşı çıktığınızda, sadece görüşüme karşı çıkmış olursunuz, ama dayatmaya karşı çıktığınızda size “Nasıl yani? Sen Allah’ın sözüne karşı mı geliyorsun?” denir.

Görüntüdeki kızın kıyafetine yönelik yorumların tümü dayatmadır. Bunu yapanlar da muhtemelen Antalya veya İzmir sıcağında pişmemiş, o sıcaklıkların insanı ne kadar kavurduğunu tatmamış kişilerdir. Bu yüzden üniversite sınavı gibi en rahat giyinilmesi gereken bir durumda o şekilde giyinilmesini de üstlerine vazifeymiş gibi hiç düşünmeden yargılarlar. Böyle olaylar bu tür kişiler için bir ahlak şovudur aynı zamanda, “Ben kıyafetime dikkat ederim, ahlaklıyım, siz de ahlaklı olun” demektir. O yüzden insana bir tatmin verir.

Aslında bu yazıyı, o eleştiren kişilere cevap yetiştirmek için yazmıyorum. Bu konuyu bahane ederek, daha köklü bir ahlak sorununu ele almak istiyorum. Türkiye’de toplumun ve ailenin ahlakını temsil etme görevinin kadına yüklenmesi sorununu.

Eski Türk kültüründe kadın, erkeklerle güreşip sultanın yanında oturabilirken, İslam’ın kabulünden sonra git gide sosyal hayattan dışlanmış, erkeğin itaati altına girmiştir. Bu durum modernleşmeyle birlikte daha iyiye gidecek yerde, 19. yüzyılın sonlarında kara çarşafın kadınlar arasında yaygınlaşmasına evrilmiştir. Erken dönem cumhuriyet yazarları bu tarihi olguyu, yani kadınların sosyal hayattan dışlanıp eve kapatılmasını “kafes devri” veya “kaç-göç devri” gibi nitelemelerle ifade ederler. Kadın hürriyeti adına atılan ilk ciddi adımlar İttihat ve Terakki döneminde, en radikal ve nihai adımlar da cumhuriyet dönemindedir.

Bu tarihi süreçte toplumun ve ailenin ahlakını temsil etme görevi kadına yüklendi. Bunun sebebi, din diye aslında Arap kültürünü kopyalamamız mıdır, yoksa başka bir şey midir, bu tartışılır. Şu var ki, bu anlayış ne yazık ki bugün de devam ediyor. Ancak şöyle bir nüans var: Sekülerleşmiş veya şehirlileşmiş ailelerin çoğu bu boyunduruktan kısmen veya tamamen kurtulmuş görünüyor. Muhafazakar kalan aileler ise belki eskisinden daha şiddetli bir şekilde bunu benimsedi. Tabii son 10-15 yılın çılgınca bir süratle gerçekleşen sekülerleşme dalgasından sonraki durumu net olarak belirlemek şimdilik mümkün değil.

Örnek ahlak şovlarından biri...

Muhafazakarlar bunu reddedeceklerdir, “sadece kadınlara yüklemiyoruz, erkeklere de yüklüyoruz” gibi cevaplar vereceklerdir. Fakat sosyal medyaya hepimiz giriyoruz, hepimiz nelere ne kadar tepki gösterildiğini görüyoruz. Bir erkek, muhafazakarların “ahlaksızlık” olarak gördüğü işlerden birini yapınca, istisnalar olmakla birlikte böylesine organize olunarak ayıplanmıyor. Kızılıyor, eleştiriliyor elbette, ama aynı işi bir kadın yaptığında ona verilecek tepkiyle kıyaslanamaz. Erkeğe bir laf söyleniyorsa, kadına üç veya beş laf söyleniyor. Çünkü kadınların ahlakı temsil etme görevi, bir itiyat olarak bu toplumun düşünce dünyasına sinmiştir.

Türk toplumun ahlak anlayışının maalesef çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu meyanda Nurettin Topçu’nun “Ahlaksızlığın ummanı olan Şark’ı yaşadıkça tanıyorum…” diye başlayan meşhur pasajı bize bir özet verebilir. Bu ahlak anlayışı ne yazık ki kötüyü cezalandırıp iyinin yanında duran bir anlayış değil. Güçsüzü cezalandırıp güçlünün yanında duran bir ahlak anlayışıdır. Bu kökleşmiş olgu, bizim bütün toplumsal sorunlarımıza bulaşan, metastaz yapan kanser hücreleri gibidir.

Çoğu durumda evet, kötüler cezalandırılır, iyiye de hakkı verilir. Ancak bu, hem çok geç gerçekleşir, hem de tamamıyla gerçekleşmez. Bazen iyiye hakkı verilse bile öyle geç ve eksik verilir ki, bu suçlu için adeta ödüldür. Ayrıca tüm toplumu ilgilendiren konularda da işlemez. Özellikle siyasi iktidara ilişkin meselelerde tamamen devre dışı kalır. Bu ahlak anlayışının kapmasa alanında siyasi iktidarlar pek olmaz. Onlara başka bir tarife uygulanır. Bizim gibi küçük insanlar ise bu anlayıştan müstağni kalamazlar. Büyük hırsızlardan korkulur, ama küçük hırsızlardan nefret edilir. Bu böyledir.

Neredeyse her tarafından sorunlu olan bu ahlak anlayışının sorunlarından biri de, ahlakı temsil görevini kadın ve erkeğe eşitsiz dağıtmasıdır. Anadolu kadını erkeğinden fazla çalışıp, hem evi çevirip, hem çocuğu yetiştirip hem de kocasının ihtiyaçlarını karşıladığı yetmezmiş gibi, bir de ailenin ahlakını temsil vazifesini de sırtlanır.

Sözgelimi, kadınların tesettürü bırakması gibi erkekler de tesettürü bir nevi bırakır. Kadınlar yıllarca başlarında taşıdıkları, artık kendileriyle özdeşleşmiş olan başörtüsünü çıkarınca adeta toplumun ahlaki normlarına meydan okuyorlarmış gibi damgalanırlar. Halbuki sadece kişisel tercihleriyle artık saçlarını örtmeyi bırakmışlardır. Bunun illaki dini veya ahlaki görüşlerinde yaşadıkları bir değişimin sonu olması gerekmiyor. Başını açan kadın yine nispeten kapalı giyinmeye, namazlarını kılmaya devam edebilir. Fakat her ne yaparsa yapsın, çevresi tarafından mutlaka kınanacaktır. Özellikle de ailedeki diğer kadınlar onun yoldan çıktığını bile söyleyebilir, hatta buraya yazmak istemediğim ithamlarda bile bulunabilir. Ailenin yobazlığının hangi boyutlarda olduğuna göre değişir. Bugün bile sırf başını açmak istediği için ailesi tarafından dövülen, evden kovulan genç kızların haberlerini görüyoruz.

Ancak dindar bir kültürle yetişmiş bir erkek, fikirlerinde kökten bir değişim yaşasa, mesela dinden çıkıp ateizme geçse bile, görünürde neredeyse hiçbir değişiklik yaşamayacağı için çevresi tarafından çok da dikkat edilmez. Onun bu dönüşümü saklama imkanı vardır. Çünkü bugün dinden çıksa, sözgelimi “Milli Görüş gömleği”ni çıkarıp sosyalist, Marksist falan olsa, yarın yine dünkü kıyafetlerini hiç değiştirmeden giyebilir. Hiçbir yeni kıyafet almasına gerek yoktur. Eğer eski hayatında şalvar-sarık falan giymiyorsa giyim kuşamında hiçbir şeyi değiştirmesi gerekmez.

Sigaraya başlayan genç bir erkek bir kez kınanırsa, bir kız üç kez kınanır, hele başörtülü ise beş-on kez bile kınanabilir. Bir erkek beş-altı tane sevgili yapmış, bunlarla yatmış olabilir, bununla da iftihar eder. Fakat aynı erkekler, aynı şeyi yapan bir kıza iğrenç ithamlarda bulunur. Erkek yapınca “çapkınlık” diye sevimli bir şekilde nitelenen yaramazlık, kadın yapınca “orospuluk” olur.

Örnekler çok çoğaltılabilir. Ancak bu kesimin ahlak anlayışının %99’u kadının etrafında dönen şeylerdir. Ahlak denen nesneyi bu kadar yanlış anlayan başka bir topluluk var mıdır bilmem. Bu zihniyete göre ahlak mutlaka bir yerinden kadına taalluk eden durumlar olabilir. Ahlakın konusu, kadının eteği, kadının saçı, kadının memeleri, kadının kalçaları, kadının ayakları, kadının sesi, kadının kahkaha atması, kadının erkeklerle konuşması, kadının içki içmesi, kadının insan içinde rahat davranması, kadının sakız çiğnemesi, kadının kocasına davranışı, kadının şarkı söylemesi, kadının dar kıyafet giymesi. Kadın, kadın, kadın. Bu kesimin ahlak kitabının %99’u kadına dair meseleler oluşturuyor. %1 de diğer ıvır zıvır konular.

O halde, kadınların bunları yapmadığı toplumlarda ahlak çok yüksek olmalı, gibi bir anlam çıkıyor. E ahlakın yüksek olduğu bir yerde de huzur vardır. İran’da ve Afganistan’da kadınların bunları yapmaları yasaktır. Pekala, İran veya Afganistan toplumu denince huzurlu bir toplum canlanıyor mu gözümüzde? Kim gidip buralara yerleşmek ister mesela? Para biriktirip yazın tatile gitmek istediğimiz yerler Avrupa’nın mamur beldeleri mi yoksa İran mı oluyor? İyi bir eğitim almak için üniversitesine başvurduğumuz ülkeler İngiltere, Almanya, Hollanda mı yoksa İran ve Afganistan mı? Pakistan?

Bendeniz, neresinden tutsanız elinizde kalacak bu çarpık ahlak anlayışından yakamı kurtardım. Herkese de bunu öneririm. Haklıyı değil güçlü yücelten ve koruyan bir ahlak anlayışı bana terstir. Onların, kulu olduklarını iddia ettikleri Allah’ın anlayışına da terstir. Sürekli küçük ve sıradan insanlarla uğraşan, çeşme başında oturan büyük insanlara gelince susan, hatta korkan ve ona sahip çıkan bir ahlak anlayışı, insanları daha fazla dindar olmaya değil, olsa olsa deizme ve ateizme götürür. Muhafazakarlar bunu ancak iktidardan düştükten sonra anlayacaklar. O zaman iş işten geçmiş olacak. Çünkü çürümüş bir toplum yarattılar. Bunu bir dost uyarısı olarak görsünler.

Yorumlar