12 yaşında babamı kaybettim. Bu, hayatınızı geri dönüşsüz bir şekilde değiştiren birkaç şeyden biri. Babamı kaybetmekten ziyade, toplum içinde “babasız” olduğumun bilinmesi beni çok yaralamıştır. Zannederim tüm babasızlar için bu geçerlidir. Çünkü babasızlığa bir yerden sonra alışırsınız. Fakat toplumun size sürekli babasız olduğunuzu hatırlatması, insanların size acıyan gözlerle bakması, “baban ne iş yapıyor?” soruları, bunlar dayanılacak şeyler değildir.
Bir video izledim ve tüm akşamım mahvoldu. Bu yazıyı da bu videodan hislenerek yazıyorum. 9-10 yaşlarında sevimli bir çocuk. Üstünde sapsarı Fenerbahçe tişörtü ve şortu. Eve gelen bir yayıncı, çocuğa “Baban ne iş yapıyor?” diye soruyor. Çocuk utangaç bir ifadeyle “Öldü.” diyor. “Neden öldü?” deyince, çocuk “Bıçaklandı.” diyor. Adam annesini de soruyor. Ve çocuk “O da öldü.” diyor. Videonun devamında evden görünümler görüyoruz. Hem mutfak hem yatak odası olarak kullanılan bir oda. Çocuğa muhtemelen anneannesi veya babaannesi bakıyor. Bir çocuk için en kötü senaryolardan biri. Tük akranlarınız bir anne-babaya sahipken sizde ikisi de yok. Sizin evde her şey farklı. İzlediğiniz çizgi filmlerde, okuduğunuz hikayelerde gördüğünüz o aile tabloları sizin için hiçbir zaman geçerli olamayacak. Oralardan görüp hoşlanıp heveslenerek eve geleceksiniz fakat evde sizi güler yüzlü bir anne ile televizyon izleyen bir baba değil, yaşlı nineniz karşılayacak.
Daha çocuk yaştayken hem anasını hem babasını kaybetmiş çocukların, hem de böyle kötü şartlarda yaşadığı bir memlekette, sabah akşam saçma sapan gündemlerle uğraşmak zorunda kalışımıza duyduğum öfkeyi bu yazıya dahil etmeyeceğim. Odağım bu “Baban ne iş yapıyor?” sorusudur.
Ortaokul ve lise yıllarımda, okulun ilk günleri ya da yeni öğretmenlerin ilk dersleri benim için kabusa dönüşmüştür. Yeni gelen öğretmen sınıfla tanışmak için herkesi sırayla ayağa kaldırıp, adını, kaç kardeş olduğunu ve babasının ne iş yaptığını sorardı. Babası zengin olanlar için hiçbir sorun olmazdı. Fakat benim, sıra bana gelene kadar yaşadığım karın ağrılarının, nefes daralmalarının tarifi yoktur. Tam anlamıyla ölüp ölüp dirilirdim. Arkadaşlarımı dinleyemezdim bile. Sıra bana gelince ne söyleyeceğimi düşünürdüm, öksürüp boğazımı temizler, derin nefes alır, rahatlamaya çalışırdım. O an geldiğinde binbir utançla ayağa kalkar, kalbim güm güm atarak konuşurdum. Adımı falan söyleyip babamın ne iş yaptığı sorusunu cevaplamadan oturmaya teşebbüs ederken öğretmen bırakmazdı, onu da sorardı. İşte o an, sanki babamı ben öldürmüşüm gibi ezilip büzülerek “Babam vefat etti” derdim. Bazen sesim çıkmazdı, öğretmen anlamadığı için ikinci defa söylemek zorunda kalırdım. Arkasından sessizlik, sınıf arkadaşlarımın acıyarak bakışları, sevdiğim kıza karşı mahcubiyet.. ve hayat bitti. Daha okulun ilk günü.
Geçmişten hangi günleri hayatından çıkarmak isterdin, diye sorsanız, işte bu günleri hiç yaşamamış olmayı dilerdim. Böyle şeyler insanı olgunlaştırır, tecrübe gözüyle bakılabilir. Fakat çocukluk veya ergenlik çağlarında, karakterin oluşmaya başladığı o dönemlerde bu kadar zor şeyler yaşamak karakterde hasarlar bırakabilir.
Geçen aylarda yine böyle bir video sosyal medyada gündem olmuştu. Bir öğretmen, sınıftaki ilkokul çocuklarının evden getirdiği yiyecekleri videoya çekip internete yüklemişti. Çocukların kiminin tabağı dolu dolu, kiminde ise sadece simit ve meyve suyu vardı. Bu yazıyı o zaman yazacaktım ama boşvermiştim. Bugün boşvermiyorum.
Şimdi iki şeye değineceğim: Birincisi, neden bir çocuğa ilk sorduğumuz soru babasının ne iş yaptığıdır? İkinci olarak da Türkiye’deki sosyal adaletsizlik cehenneminden bahsedeceğim.
“Bana Sosyal Statünü
Söyle, Sana Ne Kadar Saygı Duyacağımı Söyleyeyim”
Biz olgun bir toplum değiliz. Olgun toplumlar bireyleşmiş toplumlardır. Bu toplumlarda kişisel sınırlara mümkün olduğu kadar riayet edilir. Herkes birer ferttir. İlkokul ikinci sınıftaki Küçük Ahmet de mi? Evet o da. Herkes birey kültürüyle yetiştiği için, diğerlerini de birer birey olarak görür. O yüzden karşısındaki insana saygı duymak için onun bir insan olması yeterlidir. Ek olarak herhangi bir nişana gerek yoktur.
Fakat bizde böyle değil. Biz devletçi bir toplumuz. Yüzyıllarımız ona buna kulluk etmekle geçmiştir. Tarih boyunca evde babadan, mektepte hocadan, sokakta zorbadan, işte patrondan, orduda paşadan, hayduttan, vergi memurundan hülasa otorite her kimse ondan hep azar ve dayak yemişizdir. İstanbullu veya büyükşehirli elit ailelerini kast etmiyorum, sessiz ve etkisiz çoğunluktan, “Masum Anadolu”dan bahsediyorum. Yüzyıllarca askerlik ve vergi dışında hatırlanmamış, “Sen ne istersin?” diye sorulmamış bir halk bu. Konu buralara her geldiğinde referans verdiğim Hasan Ali Yücel’in “Seni Kimler Düşündü” şiirini burada da hatırlatacağım. İlgili mısralarda şöyle diyor:
“Sen ki uzun
asırlar bakılmadan kalmışsın,
Gökten
yağmur beklemiş, yerden rızık almışsın.
Deprem
yıkmış köyünü, seller almış evini;
Başındaki
kimseler yapmamış görevini.
Düşünmemişler
seni: Arık mısın, aç mısın?
Hasta mısın,
sağ mısın, bir şeye muhtaç mısın?”
Bu kişisel hayatlarımızda da böyledir. Cumhuriyetin çağdaş okulları bize derste “Evdeki sorunlarla ilgili durumlarda aileler kendi arasında müzakere etmeli, bu konulara çocuklar müdahil olarak sorumluluk almayı öğrenmelidir.” gibi şeyler öğretilirdi. Fakat eve geldiğimizde, okulda öğrendiğimiz tipte bir aileyi burada bulamazdık. Düşünün, evde bir sorun var, çekirdek aile olarak yemek yerken bu konu istişare edilecek ve babamız bize “Evladım, bu konu hakkında sen ne düşünürsün?” diye soracak. Türkiye’nin %10 veya %20’lik mutlu ailelerinin dışında, bu ülkede böyle bir sahnenin gerçekleşme ihtimalini çok da yüksek görmüyorum. (En azından geçmiş yıllar için.)
Milenyum kuşağında durum nasıldır, bilgim olmadığı için onları bahsin dışında tutuyorum. Biz, yani önceki kuşaklar, pek de fikrimiz sorulmadan büyüdük. Çünkü düz bireyler olarak bir değerimiz yoktu. Babamızın oğlu veya kızıydık. Göreceğimiz saygı babamıza bağlıydı. Babamız işportacıysa, manavsa, fabrika işçisiyse farklı; mühendisse, polisse, müteahhitse farklı seviyelerde saygı görürdük. Burada, yukarıda bahsettiğim ikinci meseleyi de açtıktan sonra konuyu bağlayacağım.
Türkiye’de sosyal adalet her zaman bir kanayan yaraydı. Hiçbir zaman “idare eder” seviyesine bile ulaştığımızı düşünmüyorum. %20’lik şanslı azınlık dışında her aile geçim derdi yaşamıştır. Bu geçim derdi de temel ihtiyaçları kapsar, lüks sayılan şeyleri değil. Okulda öğretmenin istediği paralı şeyler, sene başlarında kırtasiye masrafları, kira, kışlık kömür, okul kıyafetleri vs. Anadolu’da aile babalarının ömrünü tüketen, onları yaşlandıran meseleler olmuştur. Fakat şanslı azınlık böyle stresleri ötekiler kadar yaşamış değildir. Zenginin dertleri ile fakirin dertleri bir olmaz.
Bu sosyal adaletsizliğin en acı tarafını ne yazık ki çocuklar yaşar. Çünkü yetişkinlerin, fakirlikleriyle yüzleşecekleri ortamlara girmeme lüksleri olabilir, kendileri gibi insanlarla yaşayabilirler; fakat çocuklar her gün okula giderler, zengin arkadaşlarının çok güzel kıyafetler giyip kantinde bolca para harcadıklarına şahit olurlar. İşte bu ülkenin bir beka meselesi varsa, o da bu çocukların okulda yaşadığı utanç olmalıdır. Bir ülkede herkes bu sorunlarla ilgilenemez, ama toplumda bu sorunları kafaya takan yeterince insan olsaydı bunlar çözülürdü.
Şimdi gelelim çocuğa sorulan aptalca sorulara.
Biz, bir bireye duyacağımız saygıyı onun sosyo-ekonomik ve kültürel durumuna göre belirliyoruz. Zihnimiz insanları kategorize ederek çalışıyor. Bu da olgunlaşmamışlığın bir belirtisidir. Hepimiz eşit vatandaşlarız, saygı görmek için şu kadar para kazanmamız, “itibarlı” sayılan mesleklerde çalışmamız gerekmiyor. Vergi veriyoruz, askere gidiyoruz, suç işlediğimizde hapse giriyoruz, saygı görmek için bunlar yeterli sebepler. Fakat bizde böyle olmaz. Kişinin geliri, mesleği, tanıdıkları, dini yaşantısı, siyasi görüşü, söylemek istemiyorum ama memleketi; bizler bunlara göre saygımızı belirleriz. O yüzden herhangi bir çocukla veya yetişkinle tanıştığımızda ona adından bile önce, nereli olduğunu, kendisinin veya babasının ne iş yaptığını sorarız. Statü kişilikten daha önemlidir bizim için. Çocuklara sorulan bu soru da bu davranışımızın uzantısıdır.
Bir öğretmenin sınıfta çocuğa “Baban ne iş yapıyor?” diye sorması, ona duyacağı saygıyı belirlemek içindir. Bu sorunun hiçbir makul tarafı yoktur. Babanın ne iş yaptığı, ne kadar gelire sahip olduğu, kaç kardeş olduğu, hatta evin sobalı mı doğalgazlı mı olduğuna kadar her şey okul kayıtlarında mevcuttur. Ancak öğretmenimiz bununla uğraşmayıp sınıfın önünde çocuktan bu bilgileri vermesini ister. Bu sadece babasız çocukları değil, babası fakir olan çocuklar için de çok zor bir andır. Aynı şekilde “Tatilde nereye gittiniz?” gibi sorular da bu etkiyi yapar. Çünkü çoğu çocuğun ailesi ya hiçbir yere gitmemiştir ya da sadece köye gitmiştir. Fakat bazı çocuklar Almanya, İtalya, İngiltere gibi yerlere gitmiştir. Çocuklar hayatın adil olmadığını, herkese eşit şartlar sunmadığını öğrenmelidir doğru, ama bunu yıllarca yüz yüze bakacağı, belki içinde bir kızdan hoşlanacağı bir sınıf ortamında bu denli utandırıcı surette mi öğrenmelidir?
“Çocuğu tanımak için soruyoruz” diyecekler olacaktır. Öncelikle bunu yetim çocuğa veya babası işportacı olan çocuğa söyleyin bakalım, memnun olacak mı? Ayrıca çocuğu tanımak için statü belli etmeyecek sınırsız soru seçeneğiniz varken en kötü seçeneği seçtiğinizi de kabul edin.
Onca yıl okuyup o yaşa gelmiş öğretmenlerin, Türkiye’deki bu gelir adaletsizliğinin farkında olmamaları veya bunu önemsememeleri dehşetengiz bir şeydir. Halbuki bu öğretmenlerin çoğu da bu yollardan geçmiş, bu utançları yaşamıştır. Herkesin babasının güzel işlerde çalışıp güzel paralar kazandığı, güzel işte çalışmasa bile insanların meslekleri dolayısıyla küçümsenmediği bir ülkede yaşasaydık bu bir sorun olmazdı belki. Fakat öyle bir ülke olmaktan fersah fersah uzağız.
Sağlıklı toplumlarda bir gelir dengesi olur. Halkın bir kısmı çok zengin, bir kısmı ise çok fakir yaşamaz. Aşırı zenginler yine olacaktır ancak toplumun geneli insan onuruna yaraşır şartlarda yaşar. Bizde bu bile yoktur. Bizde; ucuzluk marketlerinden beslenen, pestisitli sebzeler yiyen, depremde evi yıkılacak, ekonomik krizlerin biri bitince öbürüyle tanışan, mütemadiyen soyulan devasa bir halk var. Bu halk bu şartları düzeltmek için hiçbir şey yapmadığı için belki hak ediyor olabilir, fakat çocukların hiçbir günahı yoktur.
Herkese eşit şekilde saygı duyamayız, bunu inkar etmiyorum, fakat saygımızın seviyesini belirleyen şey o kişinin (veya babasının) sosyal statüsü, işi-geliri olmamalı. Asgari saygıyı her vatandaş hak eder. Fakat daha fazla saygı duyacaksak bunu o kişinin yetenekleri, başarıları, bilgi birikimi, diğer insanlar olan davranışları gibi şeyler belirlemeli.
Bireyleşmiş bir toplum olduğumuzda güç zehirlenmesi yaşayan liderlerden de kurtulacağız, parasıyla hava atan, diğerlerini ezikleyen insanlardan da. Saygımızı belirlemek için karşımızdakinin sosyal statüsünü anlamamız da gerekmeyecek.
Yorumlar
Yorum Gönder