PEYAMİ SAFA VE 1930’DA RAMAZAN GECELERİ

Lisede ve üniversitede hararetle okuduğum bir yazardı Peyami Safa. Dünyaya sadece yazmak için gelmiş bir kalemdir o. Bahtsızdır. Henüz bebekken babası Abdülhamid istibdadının sürgününde ölmüş, çalışmaya çok erken yaşlarda başlamış, doğumdan ölene kadar bir sürü hastalıkla uğraşmış, bu hastalıklar yüzünden vücudu ufacık kalmıştır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi ulu tanrı ona iki sürpriz daha hazırlamış; karısını yatalak hasta etmiş, üstüne 60 yaşındayken bir de evlat acısı yaşatmıştır. Oğlu İsmail Merve Safa, askerlik görevini yaparken gencecik yaşta ölmüştür.

Bir romancı olarak Peyami Safa benim “başka ülkede doğsa dünyaca tanınırdı” listemde yer alan yazarlardan biridir. Onun romanının içine girince, artık kavalcının peşinde büyülenerek yürüyen çocuklar gibi olursunuz. O üslubun tesiriyle bazen anlatılan hikayeden kopar, üsluba ve yazara odaklanırsınız. Ne anlatsa kendini okutacak bir kalemdir. Yüce tanrı adeta vücudundan, sağlığından ve bahtından alıp kalemine vermiş.

Peyami Safa’nın siyasi çizgisi biraz dalgalıdır. Atatürk’e ve cumhuriyete her zaman sahip çıkmakla birlikte ilerleyen yıllarda gittikçe sağa kaymıştır. Gençliğinde daha seküler bir duruşu vardır. 1930’larda ve 1940’larda güzellik yarışmalarının en önde gelen isimlerinden biridir. Bu yarışmalar hakkında gazetede yazar, ödül kazanan kadınlardan övgüyle bahseder, hatta sık sık jüri üyeliği bile yapmıştır. Tek parti devrinde güzellik yarışmalarının sembol isimlerinden olan Peyami Safa ile, 1950’lerde DP döneminde devamlı Allah’tan, peygamberden, Kur’an’dan bahseden Peyami Safa aynı kişilerdir. Tek parti devrinin seküler aydını, DP döneminde milliyetçi-mukaddesatçı bir ideolog olmuştur.

Fakat bir noktada her zaman sabittir: İflah olmaz bir sol düşmanıdır. Özellikle 50’li yıllarda, dönemin Soğuk Savaş atmosferinde gazete yazılarında komünizmi ve solcuları bolca eleştirir. Bu konuda bir kitabı dolduracak kadar yazı yazmıştır. (Bkz. Sosyalizm-Marksizm-Komünizm - Ötüken Neşriyat) Başlarda arkadaş olduğu, hatta Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930) gibi en meşhur eserini kendisine ithaf ettiği Nazım Hikmet, dümeni büsbütün sosyalizme kırınca onun karşısında yer almış, 1950’de hapisten çıkması için imza toplanmasına şiddetle karşı çıkmıştır.

Her zaman polemikçidir. Kavga etmediği yazar neredeyse yoktur. Nazım Hikmet, Yakup Kadri, Necip Fazıl, Aziz Nesin, Çetin Altan… 1950’den sonra daha farklı bir kimliğe bürünür. Bu yıla kadar Demokrat Parti’ye muhaliftir, hatta 1950’de Bursa’dan CHP milletvekili adayı olmuş fakat seçilememiştir. 1953’e kadar CHP’nin yayın organı Ulus’ta yazar. Ancak 50’lerin ortalarından itibaren DP’nin savunuculuğunu üstlenir. O artık DP çevrelerinin bir numaralı ideologlarından biridir. Dine dair yazdığı, dini değerlere sahip çıktığı yazıların çok büyük bir kısmı da bu devrede yazılmıştır. Yine bu dönemde çıkardığı Türk Düşüncesi dergisi önemlidir. Bu derginin yayın hayatı için örtülü ödenekten para istemek için Menderes’e yazdığı mektuplar 10-15 yıl önce ortaya çıktı. Bu örtülü ödenekten aldığı paralar yüzünden 27 Mayıs sonrası Yassıada’da yargılanmıştır. (Sağ eğilimli entelijansiyanın kalem oynattığı bu derginin 1959’da yayınlanan “İrtica” dosyalı sayısında, kapakta iki yazıyla anons edilen Bekir Berk bir Nurcudur.)

Peyami Safa’nın zikzaklı geçen hayatını eski dostu Nazım Hikmet şöyle yorumlar:

“O boyuna sağ ve sol arasında bocalamıştır. Bir kapıya kapılandığı, cebi para gördüğü müddetçe sağa gitmiştir. Her kapılandığı kapıdan kovuluşunda, her maddi sıkıntıya düşüşünde sollaşmıştır. Fakat sağa gittiği zamanlar, sola karşı provokasyonlar tertip eden üstat, en sollaştığı vakitler de bile sağı kollayacak kadar kurnazlık göstermiştir...”

1950’lerde yazdığı köşelerde sıkça “din ve devrim yobazları” diyerek iki tarafa da ateş açar. Fakat sırtını DP iktidarına yasladığı için bu sataşmalardan nasibini asıl olarak “devrim yobazı” dediği Kemalist elitler ve solcular alır. Bunlar laikliği din düşmanlığı olarak uygulamıştır, Demokrat Parti ise milli ve dini hürriyetleri temin etmiştir.

Siyasi ve ideolojik hayatı çalkantılı olsa da, bir Türk yazarı olarak Peyami Safa’nın, Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olduğunu yabana atamayız. Her şeye rağmen tüm hayatını bir sanat, edebiyat ve fikir adamı olarak geçirmiştir. Bugünün iktidar yalakalarıyla kıyaslanacak biri değildir. Her şeyden önce otodidakt biridir, kendi kendini yetiştirmiştir. Adeta yerden bitme bir yetenektir. Sanatı, tiyatroyu, Türk edebiyatını, Türk dilini her zaman öncelemiştir. Türk dilinin sadeleştirilmesi çalışmalarında etkili bir rol oynamıştır. Bugünün yalakaları gibi sadece iktidarın nimetlerinden faydalanma gayesiyle yaşamamıştır.

“Ramazan Geceleri”

Uzun yıllar sonra Peyami Safa’nın bir eserini okudum. O yüzden zihnimdeki “Peyami Safasal” kırıntıları yukarıda özetleyerek gençliğimin adamını anmak istedim.

Ramazan Geceleri adlı bu kitap 2020 yılında Ötüken Neşriyat etiketiyle çıkmış. Peyami’nin aslında böyle bir kitabı yok, kendisinin 1930’da ve daha sonrasında gazetelerde Server Bedi müstearıyla yazdığı Ramazan yazıları

toplanarak bu kitap oluşturulmuş.

Ancak bir editör gözüyle bakınca, kitapta facia diyebileceğim bir hata görüyorum. Muhtemelen yazarın Ramazan yazılarının hacmi çok küçük kaldığı için kitap gereksiz dipnotlarla ve bolca resimle doldurulmuş. Bu haliyle bile 110 sayfayı ancak bulmuş. Ama gereksiz dipnot dediğim gerçekten gereksiz dipnot. Metinde geçen hemen hemen her isim ve her eski kelime için bir dipnot düşülmüş. Örneğin bir yerde “Darülfünun” kelimesi geçiyor, altında Darülfünun’un tarihi hakkında yarım sayfalık açıklama. Bir yerde Anna Karenina romanından bahsediliyor, altında bu roman hakkında bir paragraflık açıklama ve kitabın kapak resmi. Yazının gidişatına neredeyse hiçbir katkısı olmayan 150 tane dipnot var. Üstelik dipnotlardaki açıklamaların her birine kaynak da verilmiş, bu sayede dipnotlar şiştikçe şişmiş. Bunların üstüne bir de yığınla resim eklenmiş. Bu dipnotlar ve resimler dikkati öyle dağıtıyor ki, bir yerden sonra bunları görmezden gelip sadece ana metne odaklanmanız gerekiyor. Yazılar az geldiği için ittire kaktıra zorla bir kitap yapılmış. Fakat bütün bu pürüzleri görmezden gelebilirsek, bu yazıların 100 yıl önceki gazetelerde unutulup gideceğine bu surette bile olsa gün yüzüne çıkarılması yine de iyi bir şeydir, orası ayrı konu. İyi tarafından bakınca diyebileceğim şey bu.

Kitabın esas bölümü, yazarın 1930’da Cumhuriyet gazetesinde Ramazan ayı için yazdığı fıkralardan oluşuyor. Bu kısa yazılardan, o yıllarda İstanbul’daki Ramazan hayatına dair bazı manzaraları görebiliyoruz. 1930 artık inkılabın olgunlaşmaya başladığı yıllar olduğu için önemlidir. Dinin siyasi hayata etkisi büyük ölçüde kırılmış, en kallavi devrimlerin birçoğu artık gerçekleştirilmiştir. Fakat bugün inanıldığı gibi Allah diyenin hapse atıldığı, namaz kılanın dövüldüğü bir ortam elbette yok. AKP rejimi, devasa propaganda makinesiyle Türk halkını buna inandırdığı için o yıllar pek çok vatandaşın gözünde böyledir. Oysa Ramazan ayı o yıllarda bile sevinçle karşılanır. İstanbul semtlerinde çarşaflı kadınlar gezer. Esnaf Ramazan için hazırlıklar yapar. Sahurda davulcular dolaşır. Akşamları Şehzadebaşı’nda Ramazan eğlenceleri düzenlenir. Camilerde hocaefendi vaaz verir. Bayram günleri tatildir. Din laiklik prensibi icabı siyasi hayattan uzaklaştırılmış olsa da, kültürel hayattan sökülüp atılması mümkün değildir. Yüzlerce yıl bu dinin kültürüyle yetişmiş bir millet için realiteye de terstir.

Bunlar o devirleri azıcık okumuş olanların bile bildiği şeyler ama yukarıda dediğim gibi, halkın AKP propagandasıyla beyni yıkandığı için hatırlatma gereği duydum. Kitapta bu bahsettiğim şeylere rastlayacaksınız. Yazarın bu müşahedelerinin büyük kısmı, İstanbul içindeki (yarımadadaki) Ramazan eğlencelerine dair yorumlardan oluşuyor. Özellikle de tiyatro. Peyami o dönemin tiyatrosunu sıkça eleştiriyor, kimliğini bulamamakla itham ediyor. Öte yandan geleneksel tiyatromuz olan Orta Oyunu ve Karagöz-Hacivat’tan da bolca övgüyle bahsediyor.

Cumhuriyet gazetesi Ramazan'ın gelişini duyuruyor. (31 Ocak 1930)


Bu yazdıklarımın özeti meyanında şu pasajı vereyim:

“Bu sene [1930] Ramazan çok güzel bir hava içinde geçiyor. (…) Şubat’ın on üçünde yağan hafif kardan sonra gene etraf günlük güneşlik gidiyor. İşte bundan istifade etmek isteyen halk, geceleri de yaz Ramazanlarını andıran bir şekilde Şehzadebaşı’nı doldurup taşırmaktadır. Geçen sene saçaklardan dal dal buzlar sarkan sinemalar, tiyatrolar şimdi elektrik ampulleri içinde pırıl pırıl yanıyor. Ve kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu büyük bir insan seli de bu rengarenk ziyaların altında mütemadiyen bir dalga halinde akıyor.

“İşte Şehzadebaşı bu sene böyledir. Kalabalık gece yarısına kadar devam etmekte ve sinema, tiyatrolardan maada kahveler ve kıraathaneler de hıncahınç dolmaktadır.”  (s. 55-56)

Bu kitap vesilesiyle Peyami Safa’yı epey bir zaman sonra anmış oldum. Siz kitap hakkındaki şeklî eleştirilerime bakmayın. Eskilerin yazdığı her şey, bugünkü Türkçesizlik ortamında kıymetlidir. Öyle de olsa böyle de olsa, ne varsa okunmalıdır.

Yorumlar